26 Ekim 2011 Çarşamba

Burak Hood

Dakika içine olabildiğince sığdırılmaya çalışılan, hatta kimi zaman, zamanı verimli kullanmak adına(!) bir küfrü yarıda bırakıp diğerine geçmeye çalışan bir ruh haliydi bizimkisi… Bordo-Mavi’ye aşık olan herkes iddia edebilirdi ki, o orta aslında öyle açılmaz,o çalım da öyle atılamazdı… Öyle depar atılamazdı çocuk, çünkü sen ivmene hakim olup defansı bozana kadar kademe yaparlardı sana, Türk Futbolunda, defansın ardına koşu öyle kolay yapılamazdı çocuk, türküsü bile söylenebilirdi; ‘’Depara kalkma çocuk bu Türk Futbolunda, seni avlarlar…’’


Sabırsızlıklar ve sol omuzun ağırlığını her maç günü artıran günahlar eşliğinde geçti 2 yıl önceki süper ligin ikinci yarısı. Bir Burak Yılmaz heyulası kol geziyordu futbol sahasında, günah sebebiydi adeta ve hocası da sanki şehre inat oynatıyordu onu… Yapılan hatalar herkesi çıldırtıyor, düşmanı kıs kıs güldürüyordu.


''Ne buluyor şu adamda, tutunamadı işte zaten hiç bir yerde, biz mi adam edecekmişiz, peh!'' sesleri bir ve ya birkaç kişilik küçük gruplardan değil, taraftarın büyük kısmından gelen seslerdi… Fakat bir şey oluverdi. O şey öyle kuvvetli bir şeydi ki, çok değil, kısa bir zaman önce-yarım sezon bile değil- yaradanın Trabzonspor taraftarına sınav olarak verildiği düşünülen Burak Yılmaz, bir heyuladan çıkmış, bir büyük fırtınaya dönüşüvermişti… Herkes merak ediyordu bunu, ulusal medyasından yereline kadar… Fakat hepsinden çok Trabzonspor taraftarının kafasında ciddi soru işaretleri oluşuverdi: ''Ula noliy?''. İşte bu kadar aniden oldu Burak Yılmaz patlaması diyebiliriz hepimiz.


Ama aslı öyle değil… Filozofların halinden filozoflar anlar bence. Ki her filozof da, birbirini anlayamaz. Çoğu zaman yalnız kalır filozoflar. Ve düşünürler. Yeryüzünde filozoflar dışında ki insanların tümüne ''düşünemeyen ama düşünecek aklı olan varlıklar'' ismi takılabilir. Çünkü gerçek şudur ki, filozof felsefe yapar ve felsefe de düşünmenin öğrenilmesidir. İşte bizler, düşünecek aklı olan ama düşünmeyi unutan insanlar olduğumuzu anladık; Burak Yılmaz’ı, Burak Yılmaz’dan çok düşünmüş bir futbol filozofu sayesinde. Şenol Güneş, bir futbol filozofu olduğunu kanıtladı… Düşünmeyi zaman kaybı olarak gören insanların yaşadığı bu zaman da, düşündü… Düşündüğü şey üzerine kafa yordu… Bizler, düşünmemizi engelleyen ve bir dizi monoton sınırlar içerisindeki kalıplaşmış hayatımızda düşünemiyorduk ama o düşündü ve başardı… Şenol Güneş başardı, Trabzonspor taraftarının gözardı edilemeyecek kadar büyük bir çoğunluğu artık düşünmenin önemini anladı… Ne yani? Şimdi bu futbol filozofu bize felsefe mi öğretti? Hayır… Onun öğrettiği sadece düşüncenin temel yapıtaşlarının kıymetiydi.


''Sen kimsin?'' sorusunun cevabını uzun süre düşünmüş olmalı Burak Yılmaz… Ki o soruya yine kendisi cevap verdi ve onun cevabı kimisinin hayallerinin, kimisinin kabuslarının yorumu oldu… Kendisini buldu, içerisindeki Burak Yılmaz’ı belki o da yeni öğrendi, sonuçta biz de bildik kendisini. Onun bu soruya verdiği cevap sayesinde, bizlerde aynanın karşısına geçip kendimize bu soruyu cesur bir şekilde soruverdik; ''Biz kimiz?''. Ve bu sorunun cevabını yine 17 numaranın sayesinde rahatça bulabildiğimizi düşünüyorum.


Kendisi bizim pişmanlıklarımızın en büyük simgesi… Onun için ağzımızdan çıkan kötü sözleri kendi aklımız bize hatırlattıkça utanıyoruz kendimizden ve her seferinde düşüncenin temel sorusunu hatırlıyoruz; ''Sen kimsin?''… Bu soru bizi dinç tutuyor ve düşünmeye devam ediyoruz. Şöyle ki; artık bizler biliyoruz ki sağ kanattan açılacak orta, tam da onun açtığı gibi açılır. Ve yahut sırtı rakibe dönük ve ya yüz yüze çalım atıldı mı onun attığı gibi atılır. Hele ki o defans arkasına yapılan koşular, tam olarak onun koştuğu gibi koşulur… Herkesin emin olduğu bir şey var ki; Burak Yılmaz’ın yaptığı güzellikleri, kimse onun kadar güzel yapamaz…


Burak Yılmaz’ın ortaya çıkardığı bu özellikler, ilk defa bir yerli forvet oyuncusunda görülüyor. Elbette çeşitli özelliklere sahip çok yetenekli Türk Forvetler gördü bu ülke, ama Burak Yılmaz kadar bu özelliklerin hepsine sahip bir yerli forvet gelmedi daha yeşil sahalara. Aslında; belki de şu anda bir sürü yeşil sahada onun gibi yetenekler vardır, ama tek eksikleri kendilerine sormaları gereken, iki kelimeden oluşan bir sorudur? Kim bilebilir ki…


Ortaya çıkardığı pek çok özellik ile yerli forvetlerden beklentileri yukarıya taşımıştır Burak Yılmaz. Bu yüzden doğaldır ki, beleş olarak görülebilecek şekilde üne kavuşanlar ona hırsız diyebilirler… Burak Yılmaz bir hırsızdır. Burak Yılmaz, hak etmediği şöhreti yakalayanların, günümüzde gördükleri saygıyı aslında hak etmeyenlerin, oturduğu yerden para kazananların ve genellikle para ile her şeyi satın alabileceğini sanan para babalarının tüm şan, saygı ve özgüvenlerini çalmıştır…Çalmakla kalmayıp,çaldıklarını hak edenlere dağıtmıştır… Bu yaptığının adı bu coğrafyada yiğitlik yerine hırsızlık olarak tanımlanıyorsa, Burak Yılmaz hırsızdır.Şanı,saygıyı ve özgüveni hak edenler, Burak Yılmaz sayesinde hak ettiklerine kavuşmuşlardır…Burak Yılmaz, kendisinden yüzlerce güzel anılar ve başarılar çalan,futbol hayatının bir kısmını çalıp ona eziyet eden İstanbul’dan emeğini söke söke geri alıyorsa ve bunun adına İstanbul’da hırsızlık deniyorsa Burak Yılmaz büyük hırsızdır… Eğer hırsız demeye yüreğiniz yetebiliyorsa bugün, sigorta poliçenizi de gururla sallamanızı bekleriz bizler. Hani nerde?


Birleşik Krallık topraklarında da bir heyula kol gezerdi kimine göre… Kimine göre ise büyük bir fırtınaydı betimlemesi, Robin Hood derlerdi ona… Para babaları ve para babalarının kulaklarının kiriyle beslenenler,para babalarının göbeklerinde yaşam formu olarak yaşamaya devam edip,para babalarının kalın enselerindeki katların arasında sıcacık yuvaları olanlar tarafından emek hırsızı olarak ifade edilirdi… Fakat emeğinin karşılığını yıllardır alamayan ve onun sayesinde nihayet emeğinin karşılığına azda olsa kavuşmuş halk tarafından,ağaçlar,çiçekler, böcekler tarafından kahraman olarak ifade edilirdi…


Burak Yılmaz bir hırsızdı… Ağzı para ile doldurulmaktan gurur duyanlar için bir emek hırsızıydı, emeğinin gerçek hak edişini kendisi sayesinde alanlar tarafından ise kalp hırsızıydı…


Modern futbolun Robin Hood’una selam ola… Selam sana Burak Yılmaz.


Dipnot: Ülke olarak fazlasıyla sıkıntı içerisinde olduğumuz bugünlerde,yazılacak ve konuşulacak o kadar konu vardı ki, elimiz klavyeye futbol için gitmiyordu,gitmek istemiyordu… Dua vaziyetinden geri durmak istemiyordu avuçlarımız ama bunu yapmak zorunda kaldık.Ülkenin sıkıntılı günlerinde bile kendi çıkarları için iftira atan insanlara saygı göstermiyoruz.Göstermeyeceğiz. Söylediklerinden ve yazdıklarından hemen sonra kendilerine tutamadıkları aynayı, bizler yüzlerine tutacağız…Güneşin yansıttığı ışığımızla beraber.


 Saygılar.

11 Ekim 2011 Salı

Basamak

    ''Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden...'' diye başlayıp devam eder Ahmet Haşim şiiri.Bu şiir ki, pek çok insan için bir başyapıt iken pek çoğu için ise sadece şiir değil bir hayat felsefesidir,şiirin temeli ise merdiven basamaklarıdır zannımca...

     Basamaklar...Basıp çıktığınız her adım sizi bir üst kata ve ya bir üst kademeye taşıyan statik bir konumu olan araçtır.Her basamağı çıktığınızda,''acaba çıkabilecekmiyim?'' korkusunu bir kez daha yenmiş ve kendinize bir kez daha güven hissetmiş olursunuz.Kimi basamaklar çok zordur,adım atmaya cesaret edemezsiniz, kimileri ise gayet kolay ve yormayan...

   Kimi basamaklar, Uzakdoğu ülkelerinde sabır testi olarak öğrencinin karşısına koyulurken,kimi zaman da basamaklar,acele eden bir kişinin üçer üçer adım atmasına tanık olur.Statik bir konumu ve bu konumunun gereği,üzerine her basanı yukarıya taşıyan bu yapılar,onu keşfeden ve kullanan insanoğlunun sosyolojik,mühendislik vb alanlarında ders kitaplarına da girmiş,kimi zaman Binom Üçgeninin basamağı(Hayyam Üçgenidir aslı) kimi zaman ise ''Zafere Giden Yol'' misali yazılan kitaplarda yükselişi simgelemiştir...

  Asansör çıkınca mertlik bozulmuş gibi gözükse de basamak hala en büyük yükseliş aracıdır,elektriğe ihtiyacı yokken, depremde asansöre göre daha sağlıklı olduğu söylenebilir.Pek çok şarkıya söz olmuş olan basamaklar,biraz önce söylediğim gibi yükselişin temsilidir aslında.

   Modern şehirlerde yaşayan insanlar için bulunmaz bir nimet olan,zafere ulaşıldığında geçilen zorluklara atıf  yapılan basamak,benim memleketimde,köyümde yoktur maalesef...Evet ilkel bir durumdur belki,ama ben köyümdeyken,çıkacak basamak bulamam, fakat yukarı çıkmam gerektiğini bilirim...Bazen yağmur yağar diyeceğim,yaradana haksızlık olacak,haftanın neredeyse 5 günü yağmurdur bizi oralar, yağmurlu ve basamaksız olan toprakta yukarı çıkmak ise hem cesaret hem yetenek ister.

   Ben ve o yolları benden çok kullanan hemşerilerim alışığızdır yağmurlu ve ya yağmursuz havada,oralardan çıkmaya,alışığızdır basamaksız yükselmeye,zordur yaptığımız ama biz zoru severiz maalesef...

   Hayatta olduğu gibi hayatımızın en önemli parçası olan futbol için de takımımızın yaptığı budur aslında. Karşısında oluşturulan sağlam bir yükseliş  icadına karşı, toprak ve zor olan yoldan çıkmak onun tercihi olmuştur.O tercih onu çok yormuş,rakibi ise basamaklar sayesinde yukarılara çıkmıştır,ama şu vardır ki,yağmur basamakları temizleyemez,yağmur toprağı temizler...Seçtiği ve sevdiği o zor yol, ayağını kaydırma tehlikesi barındırsa da aslında ayağını değil ayağının altındaki pislikleri kaydırır,temizler...Temiz yoldan çıkan adam temiz adamdır,kirli basamaklardan tırmanmaya çalışan takımın kirli kalmak zorunda olduğu gibi...

   Toprak bayırlar, ne sabır testidir,ne de acele etmek için denenebilecek bir eylem mekanı...Sadece ve sadece araçtır,varlığından övünülmeyen,hakkında kitaplar yazılmayan, teorilere ve tezlere konu olmayan bir araç...Taşıdığı anlamdan başka anlamlar yüklenmek istemeyen bir araç,bu araçtır ki o toprağın insanlarını ve o toprağın takımını lekesiz tutmuştur...

   Dipnot: Trabzon ve Karadeniz,bu ülke için en gereken mekanlardan biridir.Bunu ben ukalalık ve ya kibir olsun diye değil,gerçekleri gördüğümü düşündüğüm için söylüyorum,şöyle ki;

    Bu ülkede kafatasçı yaftası Trabzona yapıştırılmıştır.Yine bir zaman Radikal İslamcı tanımı yapılmıştır,bir zaman barbarlığın tanımını Trabzon ile yapmaya çalışmışlardır,''ellerinde silahlarla dolaşan çocuklar'' örneklerini,kucaklarında sıcak ama helal olduğu şüpheli evde büyüyen çocuklarına anlatmışlardır...Tüm kötü örneklerinin mutlaka bir yerinde vardır Trabzon...ve Karadeniz.Öyle büyük bir önemi vardır ki, bazı kesimler ne zaman bir kötü örnek verecek olsa orayı vermek isterler,kötüyü örnek gösterip iyiliğe sevketmek için...Bunların hepsini anlayabilen bizler,bugün de önceki gibi yapılan Pontus yaftasını dinliyoruz...Sadece dinliyoruz ama,güzel oluyor,sırada ne var? diye sormadan,edemeden...

   Saygılar.

7 Ekim 2011 Cuma

Bir yoldur gidiyorum,ellerim ceplerimde..

   Saçlarının rengi tarif edilemeyecek kadar orjinal...Tıpkı yaşadığı toprakların güzelliği gibi.Sahip olduğu saç rengi için,uzak diyarlarda,oksijen vb kimyasal ürünler sıkılıyor kafalara,ergeninden,sosyete kokoşuna kadar,ama hiç biri onun o minik kafatası kadar haketmiyor o canım güzelim sarı saçları...Saçlar sarı ama belli,büyüdükçe siyah olacak,babasının nasılsa,dedesinin nasılsa büyük ihtimal onunki de ileride beyaz olacak...

  Sarı saçlarının ahenksiz sallanışını umursamadan,kendine en az bir beden büyük olduğu net olarak görülebilen koyu bordo ve tonunun yakalanmasına üreticisi(annesi) tarafından özen gösterilmemiş mavi kalın kazağının altına,abisinden kalma,yine bol olan ama çuvalın ağzının bağlandığı kırnap ile beline oturtulmuş bir bol pantoloncuk...

    Ellerinin ufaklığındanmıdır,yoksa giydiklerinin bolluğundanmıdır bilinmez ama,o elleri kazağın kolundan özgürce çıkıp,pantolonun cebine rahatça giremiyor,eli pantolon cebinin dibini bulamıyor...Yürümesi zor,ama babası ve büyükleri tarafından devletin getirdiği nimet olarak adlandırılan bu toprak yolda,ayağındaki Trabzon lastiğiyle taşların üzerine basmadan gitmek için uğraşıyor,çünkü kuvvetsiz ve ufak ayakları,lastiğin esnekliğinden olsa gerek,taşa bastıkça acıyor,canı acıdıkça burnundada çeke çeke gittiği sümüğü çekmeyi unutuyor,yere düşüveriyor,ufacık uşağın,sapsarı sümüğü...

    Sümük ve pantolon cebi...Bu iki alakasız tanımda, küçük uşağın diğer yaşıtlarıyla buluşma noktasına varana kadar oyuncağı oluveriyor...Buluşma noktası düzlük denilebilecek bir yer,bu zor coğrafyada,elbette eğimli tabii,ama diğerlerine göre daha uslu bir eğim o düzlüğün eğimi...Böyle düzlükler bulmak zordur,bulduğunuz zaman da herkese yakın olmaz.O yüzdendir ki,kendisine uzak olan bu düzlüğe oynamak için giden bu ufaklığın sümüğü ve pantolon cebi yeni oyun başlayana kadar en büyük oyuncak...

    Düzlüğe çıktığında buluştuğu arkadaşlarının kendisinden farkı yok,soğuk havanın oyundan daha önemsiz olarak görüldüğü bu küçük kafataslarını taşıyan minik bedenlerin betimlemesi çok yakın birbirlerine...Yaşları oyun için müsait,kendilerinden bir iki yaş büyük olan abileri artık ineklerin başında duruyor,büyümüş oluyorlar çünkü...Düşünebiliyormusunuz? Bir-İki yıl sonra bu ufak bedenler ne kadar büyüyebilecekse artık,inekleri otlatabilecek bir birey oluyorlar,adam! oluyorlar...

    Çuvaldızlarla dar alanda kısa paslaşmalar yapılarak ustalıkla dikilmiş,yaraları ve yamaları sağlamlaştırılmış bir top-top demeye sosyete diyarında iki şahit bir de belediye başkanı ister- o topun peşinden koşan küçük bireyler,onlara göre dümdüz,fakat aşağıki yoldan geçen turistlere göre en az 20 en fazla 30 derece eğimli bayır olan yerde...Hepsi fişek gibi fırlıyor,kaleci oyunu orta sahada kurmaya yeminli adeta,defans yapmanın ne olduğunu bilmiyor bu uşaklar,iki takımda oyunu orta sahada kurmaya çalışınca, sümükler birbirine değecek kadar yakın temasa geçiyorlar...Omuz-omuza yapılan bu sümük yarışında ince bilek hareketiyle,sağ-sol,yan-orta vs çapraz bağları zorlamadan sıyrılabilen bir küçük uşacuk oyunu rahatlatıp takımını gol pozisyonuna sokabiliyor...

    Takım olmanın önemini,yolda yürürken her seferinde düşünen,ama herbirinin tek tek takımın en önemli silahı olduğunu iddia eden yürekler...Öyle ki, pas verirse,emiceoğlu araya girebilir..Hele topu çalıpta golü attı mı,bakamaz yüzüne emiceoğlunun...Çalım yapıp kaptırır daha iyi...

   Sadece birinin değil,hepsinin üzerindeki kazak bordo-mavi tonlara sahip...Aynı tonda olmasalar da aslında her kazak has bir lisanslı ürün o bölge için...Onlara göre,analarının diktiği bu kazak,ter tutmuyor,oyun serbestisi sağlıyor...Analarına göre ise,kazağın teri,oğlana atılabilecek dayak ile doğru orantılı...

    Sarı saçlara sahip çocuklar böyle büyüyorlar,o zor coğrafyada düzlük dediği yerlerin gurbette yokuş anlamına geldiğini öğreniyorlar,onlar büyüdükçe,küçük bedenlerindeki saflık,kandırıldıkça kurnazlığı,tilkiliği anlayacak bir mekanizmaya  dönüşüyor,doğal olarakta sarı saçları eskisi kadar ahenksiz bir dalgalanma yapmak istemiyor,kararıyor,siyah oluveriyorlar...Onlar büyüdükçe ve gurbette ve ya şehir merkezinde yaşadıkça, sağ çapraz bağları zedelemeden ince bilek hareketlerinin ne kadar önemli olduğunu, bunun böyük şehirdeki tanımınında ticari anlamda ''girişimcilik'', ilmi anlamda''icat'', futbol anlamında ise''doğuştan yetenek'' olduğunu anlıyorlar, eski sarı saçlarını önemsemeden siyah saçlarını kaşırken...

  Kırnap ile bağlanmış olan pantolonlarının yerini kimisinin çok kaliteli,kimisinin ise olabildiğince ucuz olmasına dikkat edilen ama bedene oturan pantolonlar yer alıyor...Ellerinin, kazak-gömlek vs kollarından özgürce çıkıp,pantolonunun dibini hunharca keşfedebildiği bir büyüklüğe sahip olduğunu umursamıyorlar...Toprak yollarının nimetini unutmadan,asfaltın kıymetini biliyorlar,asfalttan başka yol görmeyen  bireyler karşısında,deyim yerindeyse asfaltı ağlatıyorlar...Yokluktan varlık oluşturup, o varlık ile en iyiye kafa tutmayı, inek otlatmanın verdiği sorumluluktan önce oynayabildiği kadar oynadığı oyunlarda öğreniyorlar...Bu toprağın çocukları genellikle başarılı oluyorlar,nereye giderse gitsinler, bordo-mavi kazaklarının teri emdiğini düşünüp,kendi işlerinde terletebildikçe terliyorlar...Kazanıyorlar.Kazandıkça, çekilemiyorlar,haksızlıklar boy göstermeye başlıyorlar...

  Bu toprağın çocukları,toprakları ile yaşadıkları gurbetin aynı ülke sınırları içerisinde olmasına rağmen,dışlanıyorlar...Başkalaştırılmaya çalışılıyorlar...Hayatlarında kendi çizgilerini uzatmak yerine rakiplerinin çizgilerini kısaltmayı babalarından öğrenmiş ve bunu ata mesleği benimsemiş kişiler tarafından dışlanıyorlar...

  Kendilerine söylenen hakaretler ve hareketler sadece simgesi olabiliyor bu kıskançlığın...Bu çocuklar her başarıda daha da dışlanıyorlar,öyle ki, burunlarından dışarı özgürce çıkan ve atmosfere merhaba diyen sümük zerrecikleri, şimdi o atmosfere çıkmak istemiyor...Tiksiniyor...

   Zor coğrafyanın,zor çocukları, bu topraklarda işkencelere uğruyorlar, işkenceler yetmiyor,haysiyet ve onurlarına dokunan hakaretlere uğruyorlar...Onlar bu haksızlığa uğrarken, doğdukları coğrafyada yeni kırnaplı pantolonlar sahiplerini,yeni sümükler ise burun deliklerini buluyorlar...

  Anlaşılabilen tek bir şey var ki, zor bölgenin zor çocukları herşeye rağmen,süregelmeye devam ediyorlar, yeni yeni zor ve ufak uşaklar, başkente göre kuzey ve doğudaki topraklarda büyüyorlar, kıskanılan taraf büyürken,kıskanan taraf izlemek durumunda kalıyor...bakakalıyor...

  Not: Herşeye rağmen ikinci sınıf görülen zor çocuklara,zor toprağın zor çocuklarına gelsin...

  Saygılar...

3 Ekim 2011 Pazartesi

İbret,Çehre,Tahsil,Edep(Haya)...

  Bilmiyorum başlıktaki kelimeleri yanyana gördüğünüzde aklınıza ilk gelen nedir diye fakat ben bu kelimeleri o güzel şairin mısralarından çıkardım,dipnot olarak başlığa koydum(!), kıssadan hissesi başlıkta belirteyim dedim,malum sever ülkemiz kıssadan hisseleri,konuların anafikrini bilmeden...

  Ne ibretliktir kızarmak bilmeyen çehren;
  Bırak kardeşim tahsili,git önce edep,haya öğren!
                                                                          (M.Akif.ERSOY)

  Konu konu başlık başlık gidelim...

  1)İbret:

        TDK anlamını koyuverin bir kenara,nasihatlaride unutun,direkt musibete bakın çünkü ne tdk anlamı ne nasihat kavramı başlığın muhatapları için çokta önemli olmuoyr,taa ki musibet başlarına geliyor,ilahi adaletin sahibi tarafından,bu sefer de ilahi adalete kızıp,ilahi adaletin sahibine ''Allah sorar bunun hesabını'' diyorlar... Yani; gözlüklerinin odakları o kadar bozulmuş oluyor ki genellikle,ilahi adaletin sahibini,ilahi adaletin sahibine şikayet ediyorlar,bir bilinmeyeli denklemi,karelerle,küplerle çözmeye çalışıyorlar...

       İbret almak,sanırım fenerbahçe camiasının haram gördüğü bir durum.Bir kere olsun, düştükleri yanlışın sebebini kendilerinde arasalar,bir kere olsun suçlu için önce aynaya baksalar,bir kere olsun başka camialara laf atabilecek kadar delikanlı olan yüreklerini,temizlikle doldurup,ayna karşısına geçsinler,kendi günahlarını kendi yüzlerine söyleseler,alemlerin Rab'bi o günahların hesabını sormadan...

  2)Çehre  
   
     Yıllardır yaptıkları haksızlıkları görmeyip,tecelli eden İLAHİ ADALETe karşı çıkıp,mağdur rolünü oynayabilmek demek, dünyanın en kötü insanının bile aklına gelmez...Yani demek istediğim, bu olumsuzlukları fb liler bile bile yapmıyorlar,maalesef,kendi yöneticilerini kendilerinden doğru,kendilerinden zeki sanıyorlar,yıllardır yöneticilerinin yaptıkları günahlarla boy abdesti alıyorlar...

     Kendi şehrinde,kendi takımını ağır silahlar eşliğinde stada sokturan mantalite kimin? Başbakan ile anlaşıp, devletin siyasi otoritesini bir şehirde derebeyi yapan kim? Bunların cevabını biliyor mu o fb taraftarı...Bilmez...çünkü umurlarında olmaz,bilmedikleri için o günahlara sahip çıkarlar...

     Türk Futbol tarihinde,siyasilerle en sıkı-fıkı ilişki içinde olan,ama hep en küçük olumsuzlukla''bunlar fbye yönelik siyasi operasyon'' diyen zihniyeti ortaya çıkaran kim?En çok koyan da, onca ses kaydına rağmen,hala mağdurum diyen kim? Futbolu yeşil saha dışına çıkarıp haksızlık yapıpta,masabaşında futbol oynanmasından şikayet eden kim?

    En önemli soru da şu: Bu soruların sonu gelir mi? Maalesef hayır.Bu soruların muhatabı ve sorumlusu kim? bir çehre,ki o kızarmak bilmez...pişer ama yine kızarmak bilmez...

  3)Tahsil

   Yöneticilerinin profilleri,her zaman üst düzey,gerek aile ağaçları,gerek eğitim seviyeleri...Taraftarlıktan,sade taraftarlıktan başkanlığa yükselen bir yönetici sayabilir misiniz? Fenerbahçe'ye başkan olmak,yüksek tahsil gerektirir.Ama sadece yüksek tahsil,edep hayaya gerek kalmaz ki maalesef bu sorunun anası,şikenin babası...

  4)Edep

  Eksikliği o camiada en çok olan şey.Yönetim bazında.Yukarıdaki maddede de söyledim, yönetim hep birilerinin elinde,tahsili yüksek,edep seviyesi düşük olmak şartıyla...Adım gibi emin değilim,adım gibi biliyorum ki, çok dürüst insanlar var,o renklere aşık,o yüzden en kızgın anda bile renklere küfretmenin yanlış olduğunu biliyorum...Üzüldüğüm nokta; dürüst yüreklere sahip insanların,o edepsiz yürekleri savunmak için çaba göstermesi,çünkü onlara inanmak zorunda bırakılması...

  Ek Madde: Vicdan,kibir,adalet,hesap sorma...

    Vicdan vicdan diye bu süreçte inleyenlerin, geçen sezon ki süreçte nelerin örtbas edildiğini bilmediğini ve gözleri kör şekilde görevlendirildiğini bildiğimiz için,vicdan diye çağırmaları,bağırmaları biraz da güldürüyor bizi,yukarıda Allah var.

    Vicdan diye bağırıp, kibirlerinden aman vermeyen insanlar biraz da güldürüyor bizi,yukarıda Allah var.

    Adaletsiz ve vicdansız vicdan talepkarlarının,adalet istemesi bizi biraz da güldürüyor,yukarıda Allah var.

    Tüm bunları isteyip, sonunda da ''Bu camia bunun hesabını sorar'' diyen zekilere de bizim bir cevabımız var, Bakara süresindeki bir ayetin bir kısmıyla ve kendi düşüncemizle...

    ''Herkesin kazandığı hayır kendine,yapacağı şer de kendinedir.'' Yani Allahtan büyük değilsiniz,kendinizi ne kadar büyük görseniz de,onun adaletinden sual olunmaz,siz o suallere cevap vermekten kaçıp, yapmacık sualler üretseniz bile, bir hesap sorulacaksa en güzel ve doğru o sorar,siz en iyi hesabı kendinizin sorduğunu sansanız bile...

    Şüphesiz bu soruşturma sürecinde herkes için bir ibret vardır,gözündeki bandı kaldırabileninde tutun,ağzındaki bandı çıkarabilene kadar...O ibreti almak için,vicdan ve edep yeter...Siz de hiç bulunmasa bile...

   Saygılar.