1 Eylül 2012 Cumartesi

Afyon

Dünyadaki ünlü liglerin geçmişine baktığınızda o ligleri ünlü yapan takımların tarihlerinin kıyasıya yarışına tanık olabilirsiniz. Aynı şehirde iki farklı takımın mücadelesine boşuna derbi denmez o coğrafyalarda. Çünkü;  aynı şehrin insanlarının farklı takımları tutmasının, hatta ezeli rakip olmasının altında bir tarih yatar.

Kimisinin sebebi siyasi fikir ayrılığı, kimisinin sebebi dini farklılık, kimisinin sebebi ise toplumdaki sınıf kavgası… Geneline baktığınızda ise bu rekabetin,  o ülkenin ligini süslediğini ve reklamını yaptığını görebilirsiniz. İngiltere,  İskoçya, İtalya, İspanya,  Almanya, Arjantin, Brezilya ve daha bir sürü ülke…

Türkiye denilince aklınıza gelen en bilindik ”derbi” Galatasaray-Fenerbahçe derbisi… Peki ya tarihi? Oluşum süreçleri? Bunun derbi olmasının altında yatan sebepler? Sanırım büyük bir boşluk bu soruların cevabı. Ve sanırım Türk futbolunun neden bu kadar altının boş olduğunun da bir ispatı.

”80 darbesine dönelim…” diyecek kadar yaşım yok. Fakat o dönemin sağcısı da solcusu da şunu kabul ediyor: ”Darbe bir çok alanda ülke dinamiklerini statikleştirdi.”  Yani o meşhur 80 darbesi için ”Türkiye gelişimine karşı,Türkiye’ye verilmiş bir miktar kuvvetli afyon” diyebiliriz sanırım.

Bugün futbol kamuoyuna ve futbolu idare edenlere baktığımızda gerçekten de 80 darbesinin etkilediği en büyük alanlardan birinin de spor olduğunu görüyoruz. Paragöz yöneticiler, etik konusunda ciddi sıkıntısı bulunan hakemler, objektifliğin tanımını bile bilmeyen spor medyası ve sadece paraya odaklanmış, kendini geliştirmek adına hiçbir şey yapmayan futbolcular… İşte 80 darbesinin sonucu ve işte 80 darbesinde futbola verilen afyonun bağımlılık yapan etkileri.


Trabzonspor’un piyasaya çıkıp düzeni bozduğu zamanlardan hemen sonra yapılan darbe yüzünden Trabzonspor’un da  olumsuz etkilendiği apaçık bir gerçek. Statik durumlar içerisinde, dinamizme alışık olan Trabzonspor gayet zorlandı ve kendisini toparlaması yıllarını aldı. Üstelik 80 darbesi ile Türk futbolunda da hegemonya sağlayacak bir statüko kuruldu. Başka Trabzonsporların oluşmasına izin verilmedi. Bu statükoyu kuran kesimlere göre başka Trabzonsporlar oluşsaydı, yani başka Anadolu takımları da başarsaydı; insanların kendi şehirlerine olan aidiyetleri artacaktı. Halbuki bu saçma statükoyu kuranlara göre İstanbul takımları ‘bu ülkenin bütünlüğüne’ önemli katkıda bulunuyorlardı… Her bölge ve ilden İstanbul takımlarının taraftarları olması, hegemonyanın yanı sıra statükoyu da sürekli kılıyordu. Bu yüzden başka şehirlerin kendilerini bulmasına izin vermediler.

Trabzonspor  bu afallamadan kurtulup kendine geldiğinde ise  futbolun tüm damarlarına duman üflemiş ve kendine bağımlı kılmış dayanıksız ve teorisiz sistem temsilcilerini gördü. 96’daki rezilliği 80 ‘den önce kim yapabilirdi? Yapılsa bile, buna olan tepkiler 80’den önce nasıl olurdu, 96’ya kıyasla?

Sistem; kendini yıllar önce sıkıntıya düşürmüş Trabzonspor’a aynı hakkı tanımamak için elinden geleni yaptı. Ve başardığını sandı. Fakat unutulan bir şey vardı ki, statik hali sevenler bunu hiç anlayamazdı… Suyun akması nasıl engellenebilirdi? Suyun yolundan akmasını ancak geçici olarak engelleyebilirdi insanoğlu. Ve her engelleyişi suya daha çok potansiyel enerji kazandırırdı ve öyle bir noktaya gelirdi ki suyun önünde insan dahil hiçbir engel duramazdı. Trabzonspor’un hikayesi de buna benzer işte… Hatta tıpatıp aynısıdır.

96 yılında şampiyon olması gerekiyordu Trabzonspor’un. Fakat engellediklerini sandılar. Bu sefer 2000′ li yıllarda daha etkili geldi. Hazırlıksız yakalanmalarına rağmen, etik bilincinden uzak ve sıkıştıkları günlerde kullanmak için yetiştirdikleri hakemleri kullanarak suyun akışına, yani Trabzonspor’un şampiyonluğuna bir kez daha engel olduklarını sandılar.

Fakat sene 2011 olduğunda… Artık önünde durulamayacak bir potansiyel güce sahip Trabzonspor vardı ve nankör insanoğlunun sistemi bunu inatla engellemeye çalıştı… Sonuç? Söyleyelim; patlama yaşandı. Bugün, Trabzonspor sistemi etkiledi ve erteledi…  Sistem bugün, geçen sezondan dolayı hala bir telaş içerisinde. Trabzonspor, darbeden sonraki hegemonyayı sonunda yerle bir etti ve onu tüm Avrupa’ya rezil etti. Öyle ya, tüm Avrupa’ya sisteme karşı nasıl başarılı olduğunu ispat etti.

Sistem’in ise yapacak hiçbir şeyi yok… Çünkü; yıllardır kendi durumunu kollamak için insanlara verdiği afyonların etkisinde kalmanın dezavantajını yaşıyorlar. Trabzonspor bu afyonun etkisinden kurtuldu ve karşısında afyon ile uyuşmuş bir sistem var. Ve Trabzonspor için bunu yerle bir etmek hiç de zor değil. Olmadı da.

Kim ne derse desin, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve artık Türkiye liginde de gerçek anlamda takım tutmanın sebepleri ve gerekçeleri araştırılacak. Hatta üzerine tezler yazılacak. Kitaplar insanların önüne sunulacak. Trabzonspor’un mücadelesi,yıllar geçtikçe Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada ün bulacak ve kendisine hayran bir kitle oluşturacak.

Saygılar.

Geviş

Başlık üzerinden hareket etmeli ve önce anlamına bakmalı… Nedir geviş getirmek? TDK anlamıyla cevaplarsak;

”yutmuş olduğu yiyeceği midesinden ağzına çıkarıp yeniden çiğnemek”

Eğer kendimiz bir tanım yapacak olursak da;

”İşkembeye sahip hayvanların,yediklerini daha iyi hazmedebilmek adına; yuttukları yiyecekleri tekrar ağızlarına çıkarıp tekrar çiğneme işlemi” diyebiliriz.

Takdir edilir ki bazı hayvanlara özel olan bu eylem insanlar için imkansızdır. Daha doğrusu bizler öyle öğrenmiştik. Fakat hayat insanoğluna yaşadıkça hayret edilecek şeyler öğretiyor… 3 Temmuz’dan beri bizler, ”insanların da geviş getireceğini ispatlamak isteyen” önemli bir güruhu canlı ve ya banttan olmak üzere televizyonlardan,radyolardan izliyoruz, gazetelerde resimlerini görüyoruz. Hatta öyle oluyor ki, insanoğlu azmedip, ”insan hem geviş getirir,hem de geviş getirirken köşe yazısı yazar” hipotezini diğer insanlara göstermek için gazetelerde köşe yazıları yazıyor.

Başından beri can sıkıcı olan şike süreci, artık gitgide sinir bozucu bir hal aldı. Her bir şike eyleminin bu kadar net olarak ortaya konduğu başka bir yazılı,ispatlı belge dünya üzerinde yokken, çılgın Türkler yine bir çılgınlık yapıp onca yazılı belgeye ”Ne olmuş ki yaaa?” deme yüzsüzlüğünü gösterebildiler. İşlerine geldiği zaman ”Futbol sadece sahada oynanan bir spor” sözünü benimseyip, işlerine geldiğinde ”Futbol asla futbol değildir.” diyen insanlar yüzünden ülke ciddi bir futbol buhranı yaşamakta. Bu ikiyüzlülüğü, yalancılığı ve arsızlığı yapan insanlar ülke ekonomisinde önemli bir yere sahip olunca dediklerini siyasilere kabul ettirmek, takdir edersiniz, oldukça kolay oluyor. Hele siyasilerin de edeplerini bir kenara bırakıp holiganlık yaptığını düşündüğümüzde siyasilerin adaletsizliğe dünden razı olduklarını görebiliyoruz. Sinirler hayli geriliyor. Çünkü bariz belli olan yalanları, para ve güçlerini kullanarak  ”doğru” diye göstermeye çalışmak; adeta yaradanın varlığını, putları üst üste koyarak örtme çabası kadar komik ve çaresiz.

Şike iddianamesi; bütün bu olanlara rağmen ”tarihi” sıfatını hala hak ediyor. Ve sonsuza dek hak edecek. Şike iddianamesi; bu ülkenin sözde güçlü ve adil varlıklarının Türk futboluna ettikleri tecavüzü belgeleyen bir belge olmaya devam edecek…

Türk Futbolu, zehirli bir elma yedi. Yıllardır, yalancı ve paragöz insanlar Türk futbolunun ağzında bir parazit olduğu için, bu zehirli meyvayı yerken ağzı ”bana mısın?” demedi, çiğnedi de çiğnedi… Mideye gönderdi. Ağızdaki parazitler karanlıktan korktuğu için mideye inememişti çok şükür. ”Adil olunduğunda, karanlığın da vicdanlara bir ışık olacağını bilenler” midesinde yaşıyordu Türk futbolunun… Ve mideye gönderilen zehirli elmayı kabul etmedi… ”Kusmuk” olarak ağıza geri gönderdi. Ağzı parazitler tarafından ele geçirilmiş Türk futbolunun beyni de darbe yiye yiye canlı hücrelerden yoksun yaşamını sürdürüyorken, ağıza gönderilen ”kusmuğu” ağızdaki parazitlerin hatrına tekrar mideye göndermek için uğraştı… Parazitlerin kibri; zehirli elmanın zehirli olmadığını söylerken, mide ise zehirli elmayı hazmetmeyeceğini söyledi… Bütün bu olaylar Türk futbolunun bünyesinde yaşanırken, dışarıdan bu bünyeye bakanlar şaşırmasın diye, o pislik ağızdan ” bunun bir kusmuk değil sadece daha iyi sindirmek için bir geviş getirme operasyonu” olduğuna dair bir laf çıktı. Halbuki unutulan bir şey vardı ki; yukarıda da anlattığımız gibi hayvanlar geviş getirirdi… İnsanlar değil.

Yaşanan süreç tam anlamıyla mide ile ağız-beyin arasındaki amansız hak-batıl mücadelesidir. Bu mücadele hep sürecektir. Çünkü ağız parazitleri; beynin de desteğini alarak hareket ederken, mide adaletin vereceği güçle savaşına devam edecektir. Savaşı bitirecek tek bir organ vardır; adı ise ”yürek”… Yeterli potansiyele sahip olan bu yürek, cesaretini de toplayabilirse, bu savaşa son verecek ve bir gargara ile o pislik parazitleri Türk futbol bünyesinden def  edecektir.

Ağızdaki parazitleri hep beraber lavaboya hunharca tüküreceğimiz güne selam olsun.

Saygılar.

BASK Bölgesi

BASK’ın Çocuğu
Yıllardır süregelen bir hakimiyet duygusu ve bu duygunun verdiği şımarıklıklar. Küçük yaşlardaki çocukların,yetişkin dönemlerine girdiği zamanlardan beri, hep kötü örnek olarak gösterilen; ama asla ceza almayan, bundan dolayı da ”Bak evladım burası Türkiye, böyle kötüler cezasız kalır.” örneğinin verildiği bir oyuncu…

İzlenilen maçlardaki ağır çekim görüntüleri sayesinde çoğumuz dudak okuma uzmanı olmasak da ”uzman yardımcısı” ünvanını hak görebiliriz kendimize. İşte yıllardır, Türk futbolunun züppe çocuğunun ağzından rakip oyunculara edilen ağır küfürler ve verilmeyen cezalar aklımızın ucunda değil maalesef. Çünkü o kadar olayı aklımızın ucunda tutamıyoruz. Bu da hatasız bir kul olmayacağının ispatı olsun. Futbol arenasında şımartıldığından bu yana bu davranışlarıyla hatırlanan bir oyuncu; yıllardır ilk defa, kendisine yapılması gerekeni görünce şok geçiriyor. Ağlıyor. Yıllardır oyuncuların, taraftarların ”kutsal varlıkları” olan annelerine televizyonlardan ağzı okunabilecek şekilde gerine gerine küfreden oyuncu; aynı muamele kendisine yapıldığında televizyon karşısına geçip ”anneler kutsaldır” diyor… Merhaba Emre. Merhaba. Bize küçükken mahalle raconu olarak öğretilen ”her şey var,anaya küfür yok” jargonunu; sen bir çocuk babası iken ancak öğrenebildin. Üstelik yüzlerce kere ana-avrat küfretmiş birisi olarak…

Yetmiyor. Dünyanın her yerinde ırkçılık kelimesinin tam karşılığı olan eylemler Türkiye’de hatır-gönül için cezasız kalıyor. Yorumcu duayenler(!) es geçiyor… Öyle ya; bu ülkenin adaleti ancak böyle bir esneme yapabiliyor çünkü. Ama Afrika’nın çocukları bu adalete alışkın değil. Türk futbolunda züppeliğin kitabını yazmış olan oyuncuya; bir Kunta Kinte cezası veriyor… Yıllardır unutulmayacak ceza. Şımarık çocukların; çaresiz kaldıklarında nasıl sus pus olduklarını ispatlayan bir ceza…Ertesi gün; gazetelerde Afrikalı oyuncuya çıkması gereken kart tartışılıyor… Maalesef; ırkçılık yapıldığında kullanılmayan puntolardan daha büyük puntolarla… Bunun adına da Türk medyası diyorlar. Halbuki örnek aldıkları Avrupa medyası; ”adaletin tecellisi” olarak nitelendiriyor bu tekmeyi. Kunta Kinte’nin; soluk benizliden aldığı rövanş oluyor batı topraklarında bunu adı…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğusunda bulunan bir ilinde; hiç de güzel şeyler olmuyor(!).Bu ilde; Türklerin züppe çocukları korkudan ne yapacağını şaşırıyor…

BASK’ın coğrafyası

Devletin olağanüstü koruma ile Trabzon’a getirdiği bir takım… Bu öyle bir koruma ki; Türk-Yunan takımlarının karşılaşmalarında; Yunan takımları Türkiye’de böyle korunmuyor.  Türk takımları da Yunanistan’da tabii ki. İnanılmaz bir koruma… Yunanistan sahillerini belki bir hafta içerisinde ele geçirmeye yetecek kadar asker ve polis toplamı… Üstelik Tankları mı diyelim? Yoksa toplumsal(!) olayları dindirmek için kullanılan Tomaları mı? Peki ya; Helikopter ile eskort etmeler? Anlaşılan o ki; bir Türk takımı; Türkiye için tehlikeli bir yere giriş yapıyor…

Peki halkın yaptığı ne? Sadece isyan. İsyan tek başına antipatik gelebilir fakat ya temelinde adalet isteği yatıyorsa, kim diyebilir isyanın antipatik olduğunu? Nüfusu 1 milyon olmayan şehirde 10 binden fazla insan toplanıyor, sadece hakkını arıyor. Ne için? Devletin çıkarlarını, Yayıncı kuruluşun paralarını; Türk futbolunun yöneten sahtekarların rantlarını; Türk futbolunda aklanan kara paraları korumak için…  Devlet; haksız çıkarı için; kendi milletinin isyanına binlerce asker,polis ve Tomalar ile karşılık veriyor…

İşte bu! Kuzeydoğuda bululnan ilin topraklarında; isyan böyle bastırılıyor… Bir futbol maçı öncesi adalet(!) böyle sağlanıyor. Sahi yahu,sormak gerekmez mi; Türkiye Cumhuriyetinin güvenlik kuvvetleri başka hangi ilde böyle güvenlik sağlıyor diye? Aklınıza gelmiyor mu Diyarbakır’da ki bir maç? Aklınıza gelmiyor mu, Diyarbakır’da futbolsevere yapılan muamele… Diyarbakır dediğimde çıkaramamış olabilirsiniz; Amed mi demeliydim yoksa?

Kuzeydoğudaki ilin çocukları; yıllardır saydıkları,sevdikleri güç tarafından; sanki eline silah alıp dağda silahla adalet sağlamış gibi muamele görüyor… Bunu yapmamasına rağmen… Aslında bunu yapabilecek kapasitesi varken; saygı ve sevgiden dolayı yapmamasına rağmen…

BASK’ın ayak sesleri

Adaletin olmadığı bir düzen istemiyor bu şehrin çocukları. Bu şehrin çocukları adaletsizlik içerisinde kavrulup gideceğine yok olmayı istiyor. ”Ya bağımsızlık,ya ölüm” cümlesinde olduğu gibi. Hakettiği oyunda ya adalet görmeyi; ya da bu adalet uğruna mücadele etmeyi benimsiyor. Bu şehrin çocukları; kendi kendini başkalaştırmıyor. Hizmet ettikleri güç tarafından eziliyor ve başkalaştırılıyor.
Sus payı ile susturulamayacak kadar isyankar yürekleri; parayla satın alınan toprağa gömülmeyecek kadar hayırlı olan gururlarıyla…

Saygılar.

Yeşil Sahanın Beyaz Tabutları

Not:Bu yazı  Trabzonspor taraftarı Mustafa Çelik ve Galatasaray taraftarı Fatih Çalışkan’a atfedilmiştir. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Gün 22 Nisan… 2012 ve ya 2011 hiç farketmez. Neden mi? Nedeni o an bilinmez, bilindiğinde ise sebebi söylenmek istenmez.  Aradaki zaman dilimine tam olarak 1 sene der yeryüzünde yaşayan insanlar. Aynı zamanda  aradaki zaman dilimi tam anlamıyla 1 senedir, toprak altına düşmüş canlar için de…
1 yıl aralıkları bulunan, bu iki ”22 Nisan” ı birbirleriyle benzer kılan güzel ve acı özellikler mevcut. Farklı renklerin yüreklerine, aynı acının düşmesine sebep olan acı özellikler unutulamayacak derecede hafızalarda kalır. Kalacaktır da… Acısı yeni olan bilmez, yüreğine taş basan bilir.

Güneşli bir sabah ve çok güzel bir hava… İstanbul’un sevdiği bir bahar günü. Gerçek anlamda  günü yorucu geçirebilecek, bir çok şey yapılabilecek kadar güzel bir hava ve akşamında önemli bir maç. Çok önemli bir maç. Maalesef ölüm-kalım meselesi sayılabilecek kadar.

Günün tüm güzelliğini temsil edecek bir galibiyet ve ya o güzelliği unutturabilecek bir puan kaybı… 22 Nisan’ı tanımlayabilecek bir maç skoru. Dedim ya  2011 ve ya 2012 hiç farketmez…
2011′e dönersek… Uzun lig maratonunun son haftalarında  bir Eskişehir-Trabzonspor maçı. Maçtan önce, önceki maçlar için gelişen çeşitli saha dışı olaylar Trabzonspor taraftarının kulağına gelmekte, dilden dile dolaşmakta. Fakat ne yazık ki Trabzonspor taraftarının kulağına gelen bir çok duyum, haber, olay vb. şeyler ülkenin tam bağımsız ve objektifoğlu objektif(!) spor medyasının yanından geçmemekte… Fenerbahçe 2010-2011 yılında muhteşem bir galibiyet serisi yakalayarak efsaneleşmeye(!) devam etmekte.

Eskişehir maçı öncesi,  Eskişehir’den kulaklara gelen duyumlar yanında menajerlerin, poşet-çanta ikilisinden birini elinde tuttuğu şekilde çekilen fotoğraflar. Ve ne yazık ki bu fotoğraflar yine spor medyasını ilgilendirmemekte… Doğru ya! Spor medyası sadece saha içiyle ilgilenmekte!

Maç başlangıcı ve maç esnasında yaşanan  ülkeme has, ama evrensel futbola ters kararlar… Saha içi kusmalar, saha dışı çiftetelliler… Ve maç sonunda Trabzonspor’un puan kaybedişi. Eskişehir tribününde Fenerbahçe bayraklarının dalgalanışı… Eskişehir sokaklarında Fenerbahçe kutlamaları… Üstelik  Trabzonspor’a ait verilmeyen iki nizami golü  ”Burası Türkiye”  diyerek tanımlayabilecek bir arsızlık ile.

Bu rezalete dayanamayan bir adam. Yaşı hiç mi hiç önemli değil. Dayanamamasının sebebi yaşı değil çünkü, adamlığı… Vücudunda pompa görevi gören hayati bir organının yeryüzüne isyanı ve gittikçe sıkışması. Ardından hafifçe kapanan gözler ve etrafın telaşı… Gözlerin kapanışı ve ya açık durmak için direnişi… Yıllar boyu ülkede pek çok haksızlık görmüş gözlerin; kalbe ilk defa bu denli katılışı ve kalple birlikte duruşu… ”Ölüm” dedikleri şeye geçiş; halbuki ölüm,bu topraklarda sadece kurtuluşu simgeleyebilir.

Ertesi sabah,  adaletin ufaklığını gösterircesine küçük  puntolarla geçilmiş bir haber; üzerinde Fenerbahçe’nin haklı(!)  zaferini gösteren büyük bir fotoğraf…  Küçük puntolu haberdeki trajikomik özet: ”Trabzonspor taraftarı Mustafa Çelik puan kaybı yaşanan maç sonrasında geçirdiği kalp krizi ile hayatını kaybetti.” Arkasından ağlayan binlerce Trabzonspor taraftarı… Evet, isyan maç sonrası değil, ölüm haberinin ardından daha da ağır bastı o gün… 22 Nisan’ın ertesi 23 nisan’da… ”Bu kadar açık şikenin olduğu bu ülkede; bu kadar alçak manşet olabilirdi ancak.” dercesine bir isyan.

Yaradana edilen dualar, ilahi adalet tecellisi içindi. Hiç unutmadı Trabzonspor taraftarı,  duasında bile tecrübeliydi çünkü. 96 da başına gelenin aynısı olmayacağını bile bile, o günden ders almışcasına dua ediyordu. Biliyordu kabul olacağını. Ve oldu da… 3 Temmuz sabahı, dualar kabul, haksızlar rezil oldu.

3 Temmuz’dan bu yana yaşanan süreç; Türk adaletinin de, basınının da,  insanının da ne kadar yozlaşmış olduğunu gözler önüne sererken, ilahi adalete güvenenlerin içerisindeki rahatlık hep var oldu… Fakat; 22 Nisan 2012′de  bu gönül rahatlığı başka bir ölüm haberiyle  1 saniyede  1 sene geriye götürdü, bu acıyı önceden çok defa yaşamış bordo-mavi yürekleri.

Galatasaray-Fenerbahçe maçı ardından hayata gözlerini yuman Fatih Çalışkan; 22 Nisan 2011 ‘ i hatırlattı acı şekilde Trabzonspor taraftarına. Fenerbahçe yönetiminin  teşvik ile rakibine puan kaybettirdiği maçın ardından, hayata gözünü yuman Mustafa Çelik’in ardından, Türk adaleti, insanı,basını ve lirası yüzünden ligde tutulan Fenerbahçe’nin Galatasaray ile maçında bir can daha gitti. Düşünebiliyor musunuz? Oynanmaması gereken bir maçta  bir ana ve babanın gözünden sakınarak yetiştirdiği bir canın dünyaya veda edişi… Adalete ve düzene isyan…

22 Nisan 2011 ve ya 22 Nisan 2012 hiç farketmez… Neden mi? Nedeni o an bilinmez; bilindiğinde ise sebebi söylenmek istenmez. Çünkü nedeni  ölümün ortaklığıdır. Oynanmaması gereken bir maçın sebep olduğu bir ölüm  ve tam 1 sene öncesinde teşvik ile gasp edilmiş bir maç yüzünden ölüm… Böyle oluyordu farklı renklerin  aynı tarihte vedası demek ki.

Galatasaray camiasının başı sağolsun.  Bu acıyı en son geçen sene yaşamış; fakat tecrübesi sadece geçen sene ile sınırlı kalmayıp  öncelerden de bu ölümlerin acısını içine atmış Trabzonspor taraftarı olarak diyoruz ki; maalesef acınızı hiç unutamayacaksınız. Hiçbir  22 Nisan günü  dün maçtan önceki gibi gülemeyeceksiniz. Hiç bir maç galibiyeti  bu acıyı size unutturamayacak. Maalesef bu acı  size endüstriyel futbolun attığı bir faça yarasından da ağır bir yara olacak,maalesef hiç kapanmayacak. Hep kanayacak. Sadece Galatasaray camiasının da değil tabii  temiz futbol uğruna dilek tutan, dua eden herkesin başı sağolsun. Maalesef  katiller para kazanmaya devam ediyor.

Kahrolsun  endüstriyel futbolun yalakası olmuş düzen savunucuları. Kahrolsun endüstriyel futbolun albenisini oluşturan yayıncı kuruluşun çıkarları. Kahrolsun insan canından daha önemli görülen paraya tapan beyinler. Kahrolsun maç sonucu manşetini  ölüm haberinden önemli gören editörler. Kahrolsun  kirlenmiş futbolun varlığını dileyenler. Kahrolsun o ana ve babaya acı çektiren zihniyet. Kahrolsun  kirlenmiş nefs ve iradeniz. Kahrolsun o pislik karar alma mekanizmalarınız. Kahrolsun  kapı arkasındaki gülüşleriniz. Kahrolsun  renkleri birbirine düşman kılan zihniyet. Kahrolsun  farklı renklerin 1 sene ara ile aynı acıyı yaşamasına sebep olanlar. Kahrolsun kirlenmiş Türkiye’nin  simsiyah endüstriyel futbolu…

22 Nisan gününde hayatını kaybeden Mustafa Çelik ve Fatih Çalışkan’ı rahmetle anıyoruz. Allah rahmet eyleye.

Saygılar.

Medeniyet Dediğin

Gelişememiş ülkelerde simgelere takılmış bir örtüdür medeniyet. Ülkenin gelişmemiş olması büyük oranda ekonomiye bakar, fakat gelişememiş olması zihinlerin suçudur. Kayıp akıllar mağarasının fazlalığıdır medeniyeti somut kavramlarda tartışmaya açmak ve sonucunda gelişememek.

Gelişememiş zihinlerin büyük sorunudur mutluluğu ve medeniyeti tespit etmek. Çok parayla çok mutlu olacağını sanmak  doğru bilinen büyük bir yanlıştır bu ülkelerde. Aynı şekilde;  insan üzerindeki kıyafetlerde yanıltır bu ülkelerde kayıp zihinleri, medeniyet konusunda özellikle. Halbuki mutlu olmak için para gerekmeyebilir dünya üzerindeki herhangi bir toprak bütünlüğünde. Ve yine aynı şekilde;  Afrika’nın herhangi bir kabilesindeki küçük çocuk da mutlu olabilir, üzerinde lüks kıyafetler olmadan…

Böyle ülkelerde her alana sıçramıştır bu saçma düşünceler topluluğu. O kadar fazladır ki bu düşüncenin sahipleri, değişmez doğru kabul edilir yanlışlar. Bir şehrin ne kadar  medeni olduğunu nüfusu gösterir sanar çoğunluk. Ve ya bir takımın ne kadar büyük olduğunu… Ve ya bir takımın bayan taraftarlarının giydiği kıyafet ve yapılan makyaj sayısının fazlalığı da  hangi takımın bayan taraftarlarının daha medeni olduğunu gösterebilir, çoğu akla göre.

Böyle anlarda ibretlik dersler çıkagelir insanın tam da gözü önüne. O kadar net bir ispattır ki; bu  doğruları yanlış bilen boşluğa düşer, doğruyu bilen az sayıdaki kişi ise haklı gururunu yaşar bu coğrafyada…

Seyircisiz maç cezası ile cezalandırılmış Trabzonspor’un Beşiktaş ile oynadığı maçta Trabzonsporlu bayanlar  maçın seyircisiz değil,seyircili oynandığını ispat etti. Trabzon’da seyircisiz maç oynamanın olanaksız bir şey olduğunu gösterdi. Bunu gösterirken de bir de medeniyet dersi verdi,  ders alabilme kapasitesi olan her canlıya. Tek hücrelisinden çok hücrelisine kadar.

Çok önceleri değil, bu sezon içerisinde yaşanmış, seyircisiz(kadın ve çocuklu) Fenerbahçe-Trabzonspor maçı akıllara geldi, dünkü maç esnasında bir an. O sahada medeniyetin simgesi olarak somut kavramların büyüklüğüne alışmış olanlar için, o büyük ve Türkiye’nin en medeni statların birinde(!), 50 küsür bin adet, gayet bakımlı, güzel giyimli,kısaca medeni(!) kadın hemcinsleri olan bir kadına küfrettiler. Hemcinslerine küfürlerinin sebebi ise Trabzonspor Başkanının annesi olmasıydı. Yani o sahadaki binlerce medeni kadının olduğu gibi anne olması…  Ve ya o sahadaki binlerce bayanın hayal ettiği annelik şerefine erişmesi …

Maç ertesinde gazetelerde okuduk hepimiz,; binlerce Fenerbahçeli medeni(!) kadının marifetlerini, fotoğraflarını, spor kamuoyuna örnek olacak şekilde verdikleri derslerini(!)… Ve acı bir tebessüm oluştu içimizde.

Acı tebessümlerden gururlu gülücüklere kendi bayanlarımız sayesinde ulaştık, Trabzonspor-Beşiktaş maçı ile. Bu ülkede pek çok insana medeni gelmeyecek ninelerim, belki başı kapalı olduğu için bile medeni kabul edilmeyen teyzelerim,  İstanbul’da olmadığı için kimi insanlar tarafından medeni görülmeyen ablalarım, kardeşlerim,  gelişememiş Türkiye’nin gelişememiş zihinlerine ibretlik bir ders verdi. ”Bordo” haykırışa ”Mavi” dendi… ”Şampiyon” dendiğinde ”Trabzon” söylendi. Ama asla ve asla hemcinslerine ettikleri herhangi bir hakaret duyulmadı.  Kayıp akıllar mağaralarına  medeniyetin ışığı başkente göre kuzeydoğudaki şehirden girdi.

Paralel sıralanmış dağların denizle arasına sakladığı bir şehir  tarihindeki gibi bir ders verdi yine. Verdiği dersin adı ”medeniyet” olmasına rağmen,  ”medeniyet” adının verilmeyeceğini bile bile.

Saygılar.

Kökler

Yaklaşık 11 yaşımda iken elime tutuşturulmuş kalın ve sarı yapraklı eski bir kitabın adıydı; içini açıp okumaya başlayana kadar. Şimdi düşünüyorum da 11 yaşındaki bir çocuk için oldukça ağır bir baba tavsiyesiydi.

Kapağında hatırladığım tek ayrıntı büyük harflerle ve sarı renkle boyanmış KÖKLER yazısıydı; fakat içerisinde yazan cümleler; 11 yaşındaki çocuğa hayat tecrübesi kazandıracak kadar akılda kalabilen cinsten hikayelerdi, gerçeklerdi hatta.

Küçük Kunta Kinte ile başladı benim yaşam tecrübesini bir kitaptan öğrenme girişimim. Kunta Kinte’ ye ve onun arkadaşlarına ninesi tarafından anlatılan çok ama çok ilginç hikayelerdi, benim ağzım açık dinlediğim… O kadar etkileyiciydi ki; kendimi Kunta, annanemi de ninesi yerine koyuyordum henüz yaklaşık 11 yaşımda iken.

Babamın özellikle tavsiye ettiği bir hikaye vardı kitabın içerisinde. Yine Kunta’nın ninesi tarafından anlatılan onlarca güzel hikayelerden bir tanesiydi. ”Bunu anlarsan, hayatı anlamakta zorluk çekmezsin” dedi babam ve dikkatle okudum. Tavşanın saflığı ve timsahın kurnazlığıydı 11 yaşımda beni ağlatan.

Kalın kitabı okumakta zorluk çeksem de Kunta büyüdükçe ben de büyüdüm. Kunta acı çekmeye başladıkça ben de acı çektim. Gemide; dışkılarının yanında uyumak zorunda bırakılan siyahi insanları okudukça ben üzüldüm onlar yerine… Onlara bunu reva görenler de yaşatanlarda benim gibilerdi halbuki; onlara göre ”soluk benizli” idi hepimizin adı.

Kunta’nın kazandığı zaferlerle sarhoş oldum; çocuklarıyla mutlu oldum. O kalın kitabı sona getirdiğimde siyahi insanların neler çektiğini anlamakla kalmadım. İmkansızın olmadığı sonsuz bir evreni kavramıştım. Kunta benim sonsuz hayallerimin yapıtaşlarını üstüste koyuvermişti bin küsür sayfada. Ben ise Kunta’ya her zaman saygı ve şükran borçlu hissedecektim kendimi. Fakat rahattım; biliyordum ki Kunta böyle şeyleri dert eden biri değildi.

Büyüdükçe ”soluk benizli” nin sadece Afrika’da değil; uğradığı her coğrafya da benzer şeyler yaptığını anladım. Her fark edişim; beyaz rengimden dolayı kendimden nefret edişimdi. Simsiyah, hepsinden de siyah olmak istiyordum. Çünkü biliyordum ki; benim gibi ”soluk beniz” lilerin yaptıklarından ben utanıyordum; utancımı siyah bedenimde kapatırım diye düşünüyordum. Çünkü ben; 11 yaşımdan beri,  siyahı beyazdan daha temiz diye kabul ediyordum. Saflığın simgesi olarak beyaz bilinirken dünyada; siyah benim hayallerimin temizliğini ve berraklığını ifade ediyordu.

”Modern Çağ” denen şeye adım atıldığında; siyah ile beyaz arasında ayrım olmadığı ve ayrım yapmanın çok ayıp olduğu gerçeği kabul edilmiş ve insan haklarına saygı duyulmuştu. Yani ”zenci” ile ”soluk benizli” diye bir şey kalmamıştı yasalarda. Soluk benizliler, artık istedikleri gibi davranamayacaklardı ”biz zencilere”. Ve her alanda olduğu gibi spor alanında da eşit olacaktı bu iki ayrı renkte ama aslında kardeş olan insanlar…

Kunta’nın zaferleri gibi geliyordu bana; siyahi bir atletin kazandığı yarış. Ve ya bir basketbolcunun son saniye basketiyle şampiyonluk getirişi. Siyahi oyuncuların varlığı; Kunta’nın mücadelesinin sonsuzluğunu simgeliyordu zihnimde. Ve tabii futbol. Beyaz adamların en çok eğlendiği organizasyonda; siyahi oyuncuların başarısı beni de  benim gibi Kökler okuma fırsatına erişmiş ”sözde soluk benizlileri” de gururlandırıyordu. Sahada bu kardeşliğe aykırı yapılan her eylem hakettiği gibi bir ceza alıyordu, Avrupa ve diğer gelişmiş ülke liglerinde.

Renk Irkçılığının hiç yapılmadığı bir coğrafyaydı benim ülkem. Benim ülkem de pek çok haksızlık olsa da siyahilere yapılan bir kötü ayrımcılık yoktu. Ve pek çok haksızlığını sindiremesem de bu özelliği beni gururlandırıyordu ülkemin. Benim ülkem renk ırkçılığı yapmıyordu. Hiçbir zaman ”soluk benizli” ve ”zenci” ayrımı olmamıştı.

Fakat ”soluk benizli” ler hala nefes alıyordu. Hala dünyanın herhangi bir yerinde yaşıyor ve siyahi insanların ”zenci” olduğunu düşünebiliyordu. Demiştim ya; uğradığı her coğrafyada aynı sıkıntıyı yaşatan ”soluk benizliler” yine rahat durmuyordu.

Tarihi ve felsefesi gereğiyle doğal olarak ülkenin gerçeklerinden uzakta; kendi gerçeklerini denize paralel uzanmış dağlarının arasında saklayan Trabzonspor, bu renk ırkçılığının haklı tarafında yer alıyordu. Böyle olmasını istemezdi elbet, ama haklının yanında yer almaya da alışıktı hani bünyesi. İngiltere’de aynı kabahati işlemiş Emre B. nin söylediği o iğrenç sözlerin muhatabı; futbol ortamında hep aykırı olan takımın, yani Trabzonspor’un, siyahi bir oyuncusuydu. Kaderin cilvesi midir bilinmez; soluk benizli mantığıyla yıllardır süregelen haksızlıkların simgesi gözükenler, Kunta Kinte ile Soluk Benizli arasındaki mücadelede soluk benizlilerinin yanında dururken, dışlanmışlığıyla Trabzonspor da Kunta Kinte’nin tarafında yer alıyordu.

Ne acıdır ki; soluk benizli adamlar ülkemi de işgal etmişti ve sahada o iğrenç düşüncelerini haykırmışlardı. Fakat anladığımız daha acı bir şey vardı ki; soluk benizlilerin ülkemde haddinden de fazla olduğunu geç anlamamızdı. Emre B. nin söylediği o çirkin sözlerin ardından; gazete, medya, sosyal medya vb. iletişim araçlarında gördük ki; Emre B. gibi düşünen ”insan” sayısı oldukça fazla ve hepsi de siyahilere yapılan işkenceyi bir eğlence kabul eden ”soluk benizli” ler ile aynı mantıkta… Ve bir acı nokta daha vardır ki; ülkemde övündüğüm nadir şeylerden biri daha yok oldu. Ülkem ile bağlarım bir yerden daha koptu.

Her şeye rağmen,  şu da bilinen bir gerçek ki; ”soluk benizliler” ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar; asla Kökler zamanındaki kadar mutlak hakimiyetleri olmayacak. Ve ‘”biz zenciler” asla ve asla Kunta Kinte’nin mücadelesindeki kadar zorluk yaşamayacağız. İmkansızı önce zor; sonra da yapılabilir hale getiren Kunta Kinte’nin torunları olarak biz siyahi insanlar; günümüzdeki gücümüzü daha etkili kullanıp; ”soluk benizlileri” hiç olmadığı kadar derinden sarsacağız.

Unutulmasın ki; tenimiz beyaz da siyah da olsa  bizim gibi düşünen herkes ile birlikte biz, dışlanmaktan gocunmayan, ırkçılara göre ”zenci”, yaradana göre ise sadece bir ”kul” durumundayız. Ve bu durumumuz hiç değişmeyecek.

Saygılar.

Turnusol

Mavi ile Kırmızı renkleri ayıran bir turnusol kağıdı gibi ayırıyor siyah ile beyazı bu memleket ve bu memleketin insanları… Memleket beyazı kolayca fark edebilirken; memleketin insanları cahilleştikçe siyahın önemini daha fazla zannediyorlar.

Türk Futbol Tarihinin en karışık ve dağınık zamanına bu sene bizler tanık olduk. Bu tanıklığımızı; çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacak tecrübelerle destekledik. Zaman bizi üzse de en çok da tecrübe kattı. Ve katmaya da devam ediyor. Geçmişi yad edercesine…

Türkiye’de güçlü ve haksızın; nasıl haklı ve mağdur olmaya zorlandığını görmenin yanında eski geleneklerin de süregeldiğini görmek, ülkemizin ne kadar istikrarlı bir ülke olduğunu ispatlıyor sanki(!)

Geçen sene; neredeyse ligin yarı sayısındaki takıma karşı, inatçı bir şekilde şampiyonluk mücadelesi veren bir Trabzonspor seyrettik. Bu mücadelesinde nelerle karşılaştığına dair belgeleri ise; geçen sezonki lig bitiminden sonra delilleriyle gördük. Fakat bir de görüp de gülümsediklerimiz var tabii.

Geçen sezonki mücadelemizde; takım içerisinde, takım oyununda,  arkadaşlığında hiçbir sorun olmayan Jaja Coelho’yu türk medyasının, Trabzonspor’a zarar verme amacıyla nasıl delice kullandığını; Şenol Güneş’i, Jaja Coelho üzerinden yıpratma çalışmalarını açıkça gördük. Daha da kötüsü, hala unutamadık. Fakat bugün aynı türk medyasının Melo ve Fatih Terim meselesine getirdikleri komik ve bir o kadar da inanılması imkansız derecede farklı çözümler;  geçmişine saygı duyan bir ülkemiz olduğunu bize gösterdi.

Oyuncu; takım arkadaşıyla laf dalaşına giriyor, yetmiyor soyunma odasında arkadaşına saldırıyor, yetmiyor tekmeliyor… Daha da kötüsü; bu oyuncu; normal bir oyuncu olmadığını sahadaki sportmenliğe aykırı fakat karta  gerek duyulmayan(!) faullerle gösteriyor… Ardından bir kadro dışı haberi alıyoruz. Fatih Terim disiplini tamlamasına alıştırıyor kulaklarımızı televizyonlar… Fakat adım gibi emin olduğumuz bir şey var; o da; Melo ve arkadaşının affedileceği. Ve emin olduğumuz konuda haklı da çıkıyoruz. Fatih Terim’in muhteşem disiplini; Melo’yu uslandırıyor(!). Aslında Fatih Hoca affetmeye gönüllü değil ama; takım arkadaşları çok istiyor affetmesini(!), çünkü 2000 ruhu geri geliyor(!).

Külliyen yalanın dolaştığı medya manşetlerine bakarken aynı olayların biz de yaşandığını düşünüyorum da… Laf dalaşı bile 3 hafta etki gösterirken televizyonlarda; kim dilir öldüresiye dayak ve takım tarafından af istenmesi nasıl yorumlanabilirdi?(!).

Önümüzüdeki süreçte neler olacağını da tahmin edebiliriz kendimizi zorlarsak eğer, tabii zorlamaya da değerse… Ne dersiniz? Sizce Melo ve Riera herhangi bir ulusal ve objektif(!) gazeteye poz verip; çocuklarını bir haftalığına değiştirirler mi? (çocukları olduğunu varsayıyorum tabii) . Hatta belirli bir zaman sonra; bu kavgacı hareketlerin; aslında oyuncuların ne kadar hırslı olduğunu gösterdiğini iddia edenler çıkabilir mi?

Tabii ki yine her şeyden ders çıkartıyoruz. Türk medyasının zerre değişemeyeceğinden tutun da; Galatasaray taraftarının yine ve yeniden ‘2000 ruhu geri geldi’ yalanıyla kandırılışına kadar.

Saygılar.