1 Eylül 2012 Cumartesi

Afyon

Dünyadaki ünlü liglerin geçmişine baktığınızda o ligleri ünlü yapan takımların tarihlerinin kıyasıya yarışına tanık olabilirsiniz. Aynı şehirde iki farklı takımın mücadelesine boşuna derbi denmez o coğrafyalarda. Çünkü;  aynı şehrin insanlarının farklı takımları tutmasının, hatta ezeli rakip olmasının altında bir tarih yatar.

Kimisinin sebebi siyasi fikir ayrılığı, kimisinin sebebi dini farklılık, kimisinin sebebi ise toplumdaki sınıf kavgası… Geneline baktığınızda ise bu rekabetin,  o ülkenin ligini süslediğini ve reklamını yaptığını görebilirsiniz. İngiltere,  İskoçya, İtalya, İspanya,  Almanya, Arjantin, Brezilya ve daha bir sürü ülke…

Türkiye denilince aklınıza gelen en bilindik ”derbi” Galatasaray-Fenerbahçe derbisi… Peki ya tarihi? Oluşum süreçleri? Bunun derbi olmasının altında yatan sebepler? Sanırım büyük bir boşluk bu soruların cevabı. Ve sanırım Türk futbolunun neden bu kadar altının boş olduğunun da bir ispatı.

”80 darbesine dönelim…” diyecek kadar yaşım yok. Fakat o dönemin sağcısı da solcusu da şunu kabul ediyor: ”Darbe bir çok alanda ülke dinamiklerini statikleştirdi.”  Yani o meşhur 80 darbesi için ”Türkiye gelişimine karşı,Türkiye’ye verilmiş bir miktar kuvvetli afyon” diyebiliriz sanırım.

Bugün futbol kamuoyuna ve futbolu idare edenlere baktığımızda gerçekten de 80 darbesinin etkilediği en büyük alanlardan birinin de spor olduğunu görüyoruz. Paragöz yöneticiler, etik konusunda ciddi sıkıntısı bulunan hakemler, objektifliğin tanımını bile bilmeyen spor medyası ve sadece paraya odaklanmış, kendini geliştirmek adına hiçbir şey yapmayan futbolcular… İşte 80 darbesinin sonucu ve işte 80 darbesinde futbola verilen afyonun bağımlılık yapan etkileri.


Trabzonspor’un piyasaya çıkıp düzeni bozduğu zamanlardan hemen sonra yapılan darbe yüzünden Trabzonspor’un da  olumsuz etkilendiği apaçık bir gerçek. Statik durumlar içerisinde, dinamizme alışık olan Trabzonspor gayet zorlandı ve kendisini toparlaması yıllarını aldı. Üstelik 80 darbesi ile Türk futbolunda da hegemonya sağlayacak bir statüko kuruldu. Başka Trabzonsporların oluşmasına izin verilmedi. Bu statükoyu kuran kesimlere göre başka Trabzonsporlar oluşsaydı, yani başka Anadolu takımları da başarsaydı; insanların kendi şehirlerine olan aidiyetleri artacaktı. Halbuki bu saçma statükoyu kuranlara göre İstanbul takımları ‘bu ülkenin bütünlüğüne’ önemli katkıda bulunuyorlardı… Her bölge ve ilden İstanbul takımlarının taraftarları olması, hegemonyanın yanı sıra statükoyu da sürekli kılıyordu. Bu yüzden başka şehirlerin kendilerini bulmasına izin vermediler.

Trabzonspor  bu afallamadan kurtulup kendine geldiğinde ise  futbolun tüm damarlarına duman üflemiş ve kendine bağımlı kılmış dayanıksız ve teorisiz sistem temsilcilerini gördü. 96’daki rezilliği 80 ‘den önce kim yapabilirdi? Yapılsa bile, buna olan tepkiler 80’den önce nasıl olurdu, 96’ya kıyasla?

Sistem; kendini yıllar önce sıkıntıya düşürmüş Trabzonspor’a aynı hakkı tanımamak için elinden geleni yaptı. Ve başardığını sandı. Fakat unutulan bir şey vardı ki, statik hali sevenler bunu hiç anlayamazdı… Suyun akması nasıl engellenebilirdi? Suyun yolundan akmasını ancak geçici olarak engelleyebilirdi insanoğlu. Ve her engelleyişi suya daha çok potansiyel enerji kazandırırdı ve öyle bir noktaya gelirdi ki suyun önünde insan dahil hiçbir engel duramazdı. Trabzonspor’un hikayesi de buna benzer işte… Hatta tıpatıp aynısıdır.

96 yılında şampiyon olması gerekiyordu Trabzonspor’un. Fakat engellediklerini sandılar. Bu sefer 2000′ li yıllarda daha etkili geldi. Hazırlıksız yakalanmalarına rağmen, etik bilincinden uzak ve sıkıştıkları günlerde kullanmak için yetiştirdikleri hakemleri kullanarak suyun akışına, yani Trabzonspor’un şampiyonluğuna bir kez daha engel olduklarını sandılar.

Fakat sene 2011 olduğunda… Artık önünde durulamayacak bir potansiyel güce sahip Trabzonspor vardı ve nankör insanoğlunun sistemi bunu inatla engellemeye çalıştı… Sonuç? Söyleyelim; patlama yaşandı. Bugün, Trabzonspor sistemi etkiledi ve erteledi…  Sistem bugün, geçen sezondan dolayı hala bir telaş içerisinde. Trabzonspor, darbeden sonraki hegemonyayı sonunda yerle bir etti ve onu tüm Avrupa’ya rezil etti. Öyle ya, tüm Avrupa’ya sisteme karşı nasıl başarılı olduğunu ispat etti.

Sistem’in ise yapacak hiçbir şeyi yok… Çünkü; yıllardır kendi durumunu kollamak için insanlara verdiği afyonların etkisinde kalmanın dezavantajını yaşıyorlar. Trabzonspor bu afyonun etkisinden kurtuldu ve karşısında afyon ile uyuşmuş bir sistem var. Ve Trabzonspor için bunu yerle bir etmek hiç de zor değil. Olmadı da.

Kim ne derse desin, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve artık Türkiye liginde de gerçek anlamda takım tutmanın sebepleri ve gerekçeleri araştırılacak. Hatta üzerine tezler yazılacak. Kitaplar insanların önüne sunulacak. Trabzonspor’un mücadelesi,yıllar geçtikçe Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada ün bulacak ve kendisine hayran bir kitle oluşturacak.

Saygılar.

Geviş

Başlık üzerinden hareket etmeli ve önce anlamına bakmalı… Nedir geviş getirmek? TDK anlamıyla cevaplarsak;

”yutmuş olduğu yiyeceği midesinden ağzına çıkarıp yeniden çiğnemek”

Eğer kendimiz bir tanım yapacak olursak da;

”İşkembeye sahip hayvanların,yediklerini daha iyi hazmedebilmek adına; yuttukları yiyecekleri tekrar ağızlarına çıkarıp tekrar çiğneme işlemi” diyebiliriz.

Takdir edilir ki bazı hayvanlara özel olan bu eylem insanlar için imkansızdır. Daha doğrusu bizler öyle öğrenmiştik. Fakat hayat insanoğluna yaşadıkça hayret edilecek şeyler öğretiyor… 3 Temmuz’dan beri bizler, ”insanların da geviş getireceğini ispatlamak isteyen” önemli bir güruhu canlı ve ya banttan olmak üzere televizyonlardan,radyolardan izliyoruz, gazetelerde resimlerini görüyoruz. Hatta öyle oluyor ki, insanoğlu azmedip, ”insan hem geviş getirir,hem de geviş getirirken köşe yazısı yazar” hipotezini diğer insanlara göstermek için gazetelerde köşe yazıları yazıyor.

Başından beri can sıkıcı olan şike süreci, artık gitgide sinir bozucu bir hal aldı. Her bir şike eyleminin bu kadar net olarak ortaya konduğu başka bir yazılı,ispatlı belge dünya üzerinde yokken, çılgın Türkler yine bir çılgınlık yapıp onca yazılı belgeye ”Ne olmuş ki yaaa?” deme yüzsüzlüğünü gösterebildiler. İşlerine geldiği zaman ”Futbol sadece sahada oynanan bir spor” sözünü benimseyip, işlerine geldiğinde ”Futbol asla futbol değildir.” diyen insanlar yüzünden ülke ciddi bir futbol buhranı yaşamakta. Bu ikiyüzlülüğü, yalancılığı ve arsızlığı yapan insanlar ülke ekonomisinde önemli bir yere sahip olunca dediklerini siyasilere kabul ettirmek, takdir edersiniz, oldukça kolay oluyor. Hele siyasilerin de edeplerini bir kenara bırakıp holiganlık yaptığını düşündüğümüzde siyasilerin adaletsizliğe dünden razı olduklarını görebiliyoruz. Sinirler hayli geriliyor. Çünkü bariz belli olan yalanları, para ve güçlerini kullanarak  ”doğru” diye göstermeye çalışmak; adeta yaradanın varlığını, putları üst üste koyarak örtme çabası kadar komik ve çaresiz.

Şike iddianamesi; bütün bu olanlara rağmen ”tarihi” sıfatını hala hak ediyor. Ve sonsuza dek hak edecek. Şike iddianamesi; bu ülkenin sözde güçlü ve adil varlıklarının Türk futboluna ettikleri tecavüzü belgeleyen bir belge olmaya devam edecek…

Türk Futbolu, zehirli bir elma yedi. Yıllardır, yalancı ve paragöz insanlar Türk futbolunun ağzında bir parazit olduğu için, bu zehirli meyvayı yerken ağzı ”bana mısın?” demedi, çiğnedi de çiğnedi… Mideye gönderdi. Ağızdaki parazitler karanlıktan korktuğu için mideye inememişti çok şükür. ”Adil olunduğunda, karanlığın da vicdanlara bir ışık olacağını bilenler” midesinde yaşıyordu Türk futbolunun… Ve mideye gönderilen zehirli elmayı kabul etmedi… ”Kusmuk” olarak ağıza geri gönderdi. Ağzı parazitler tarafından ele geçirilmiş Türk futbolunun beyni de darbe yiye yiye canlı hücrelerden yoksun yaşamını sürdürüyorken, ağıza gönderilen ”kusmuğu” ağızdaki parazitlerin hatrına tekrar mideye göndermek için uğraştı… Parazitlerin kibri; zehirli elmanın zehirli olmadığını söylerken, mide ise zehirli elmayı hazmetmeyeceğini söyledi… Bütün bu olaylar Türk futbolunun bünyesinde yaşanırken, dışarıdan bu bünyeye bakanlar şaşırmasın diye, o pislik ağızdan ” bunun bir kusmuk değil sadece daha iyi sindirmek için bir geviş getirme operasyonu” olduğuna dair bir laf çıktı. Halbuki unutulan bir şey vardı ki; yukarıda da anlattığımız gibi hayvanlar geviş getirirdi… İnsanlar değil.

Yaşanan süreç tam anlamıyla mide ile ağız-beyin arasındaki amansız hak-batıl mücadelesidir. Bu mücadele hep sürecektir. Çünkü ağız parazitleri; beynin de desteğini alarak hareket ederken, mide adaletin vereceği güçle savaşına devam edecektir. Savaşı bitirecek tek bir organ vardır; adı ise ”yürek”… Yeterli potansiyele sahip olan bu yürek, cesaretini de toplayabilirse, bu savaşa son verecek ve bir gargara ile o pislik parazitleri Türk futbol bünyesinden def  edecektir.

Ağızdaki parazitleri hep beraber lavaboya hunharca tüküreceğimiz güne selam olsun.

Saygılar.

BASK Bölgesi

BASK’ın Çocuğu
Yıllardır süregelen bir hakimiyet duygusu ve bu duygunun verdiği şımarıklıklar. Küçük yaşlardaki çocukların,yetişkin dönemlerine girdiği zamanlardan beri, hep kötü örnek olarak gösterilen; ama asla ceza almayan, bundan dolayı da ”Bak evladım burası Türkiye, böyle kötüler cezasız kalır.” örneğinin verildiği bir oyuncu…

İzlenilen maçlardaki ağır çekim görüntüleri sayesinde çoğumuz dudak okuma uzmanı olmasak da ”uzman yardımcısı” ünvanını hak görebiliriz kendimize. İşte yıllardır, Türk futbolunun züppe çocuğunun ağzından rakip oyunculara edilen ağır küfürler ve verilmeyen cezalar aklımızın ucunda değil maalesef. Çünkü o kadar olayı aklımızın ucunda tutamıyoruz. Bu da hatasız bir kul olmayacağının ispatı olsun. Futbol arenasında şımartıldığından bu yana bu davranışlarıyla hatırlanan bir oyuncu; yıllardır ilk defa, kendisine yapılması gerekeni görünce şok geçiriyor. Ağlıyor. Yıllardır oyuncuların, taraftarların ”kutsal varlıkları” olan annelerine televizyonlardan ağzı okunabilecek şekilde gerine gerine küfreden oyuncu; aynı muamele kendisine yapıldığında televizyon karşısına geçip ”anneler kutsaldır” diyor… Merhaba Emre. Merhaba. Bize küçükken mahalle raconu olarak öğretilen ”her şey var,anaya küfür yok” jargonunu; sen bir çocuk babası iken ancak öğrenebildin. Üstelik yüzlerce kere ana-avrat küfretmiş birisi olarak…

Yetmiyor. Dünyanın her yerinde ırkçılık kelimesinin tam karşılığı olan eylemler Türkiye’de hatır-gönül için cezasız kalıyor. Yorumcu duayenler(!) es geçiyor… Öyle ya; bu ülkenin adaleti ancak böyle bir esneme yapabiliyor çünkü. Ama Afrika’nın çocukları bu adalete alışkın değil. Türk futbolunda züppeliğin kitabını yazmış olan oyuncuya; bir Kunta Kinte cezası veriyor… Yıllardır unutulmayacak ceza. Şımarık çocukların; çaresiz kaldıklarında nasıl sus pus olduklarını ispatlayan bir ceza…Ertesi gün; gazetelerde Afrikalı oyuncuya çıkması gereken kart tartışılıyor… Maalesef; ırkçılık yapıldığında kullanılmayan puntolardan daha büyük puntolarla… Bunun adına da Türk medyası diyorlar. Halbuki örnek aldıkları Avrupa medyası; ”adaletin tecellisi” olarak nitelendiriyor bu tekmeyi. Kunta Kinte’nin; soluk benizliden aldığı rövanş oluyor batı topraklarında bunu adı…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğusunda bulunan bir ilinde; hiç de güzel şeyler olmuyor(!).Bu ilde; Türklerin züppe çocukları korkudan ne yapacağını şaşırıyor…

BASK’ın coğrafyası

Devletin olağanüstü koruma ile Trabzon’a getirdiği bir takım… Bu öyle bir koruma ki; Türk-Yunan takımlarının karşılaşmalarında; Yunan takımları Türkiye’de böyle korunmuyor.  Türk takımları da Yunanistan’da tabii ki. İnanılmaz bir koruma… Yunanistan sahillerini belki bir hafta içerisinde ele geçirmeye yetecek kadar asker ve polis toplamı… Üstelik Tankları mı diyelim? Yoksa toplumsal(!) olayları dindirmek için kullanılan Tomaları mı? Peki ya; Helikopter ile eskort etmeler? Anlaşılan o ki; bir Türk takımı; Türkiye için tehlikeli bir yere giriş yapıyor…

Peki halkın yaptığı ne? Sadece isyan. İsyan tek başına antipatik gelebilir fakat ya temelinde adalet isteği yatıyorsa, kim diyebilir isyanın antipatik olduğunu? Nüfusu 1 milyon olmayan şehirde 10 binden fazla insan toplanıyor, sadece hakkını arıyor. Ne için? Devletin çıkarlarını, Yayıncı kuruluşun paralarını; Türk futbolunun yöneten sahtekarların rantlarını; Türk futbolunda aklanan kara paraları korumak için…  Devlet; haksız çıkarı için; kendi milletinin isyanına binlerce asker,polis ve Tomalar ile karşılık veriyor…

İşte bu! Kuzeydoğuda bululnan ilin topraklarında; isyan böyle bastırılıyor… Bir futbol maçı öncesi adalet(!) böyle sağlanıyor. Sahi yahu,sormak gerekmez mi; Türkiye Cumhuriyetinin güvenlik kuvvetleri başka hangi ilde böyle güvenlik sağlıyor diye? Aklınıza gelmiyor mu Diyarbakır’da ki bir maç? Aklınıza gelmiyor mu, Diyarbakır’da futbolsevere yapılan muamele… Diyarbakır dediğimde çıkaramamış olabilirsiniz; Amed mi demeliydim yoksa?

Kuzeydoğudaki ilin çocukları; yıllardır saydıkları,sevdikleri güç tarafından; sanki eline silah alıp dağda silahla adalet sağlamış gibi muamele görüyor… Bunu yapmamasına rağmen… Aslında bunu yapabilecek kapasitesi varken; saygı ve sevgiden dolayı yapmamasına rağmen…

BASK’ın ayak sesleri

Adaletin olmadığı bir düzen istemiyor bu şehrin çocukları. Bu şehrin çocukları adaletsizlik içerisinde kavrulup gideceğine yok olmayı istiyor. ”Ya bağımsızlık,ya ölüm” cümlesinde olduğu gibi. Hakettiği oyunda ya adalet görmeyi; ya da bu adalet uğruna mücadele etmeyi benimsiyor. Bu şehrin çocukları; kendi kendini başkalaştırmıyor. Hizmet ettikleri güç tarafından eziliyor ve başkalaştırılıyor.
Sus payı ile susturulamayacak kadar isyankar yürekleri; parayla satın alınan toprağa gömülmeyecek kadar hayırlı olan gururlarıyla…

Saygılar.

Yeşil Sahanın Beyaz Tabutları

Not:Bu yazı  Trabzonspor taraftarı Mustafa Çelik ve Galatasaray taraftarı Fatih Çalışkan’a atfedilmiştir. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Gün 22 Nisan… 2012 ve ya 2011 hiç farketmez. Neden mi? Nedeni o an bilinmez, bilindiğinde ise sebebi söylenmek istenmez.  Aradaki zaman dilimine tam olarak 1 sene der yeryüzünde yaşayan insanlar. Aynı zamanda  aradaki zaman dilimi tam anlamıyla 1 senedir, toprak altına düşmüş canlar için de…
1 yıl aralıkları bulunan, bu iki ”22 Nisan” ı birbirleriyle benzer kılan güzel ve acı özellikler mevcut. Farklı renklerin yüreklerine, aynı acının düşmesine sebep olan acı özellikler unutulamayacak derecede hafızalarda kalır. Kalacaktır da… Acısı yeni olan bilmez, yüreğine taş basan bilir.

Güneşli bir sabah ve çok güzel bir hava… İstanbul’un sevdiği bir bahar günü. Gerçek anlamda  günü yorucu geçirebilecek, bir çok şey yapılabilecek kadar güzel bir hava ve akşamında önemli bir maç. Çok önemli bir maç. Maalesef ölüm-kalım meselesi sayılabilecek kadar.

Günün tüm güzelliğini temsil edecek bir galibiyet ve ya o güzelliği unutturabilecek bir puan kaybı… 22 Nisan’ı tanımlayabilecek bir maç skoru. Dedim ya  2011 ve ya 2012 hiç farketmez…
2011′e dönersek… Uzun lig maratonunun son haftalarında  bir Eskişehir-Trabzonspor maçı. Maçtan önce, önceki maçlar için gelişen çeşitli saha dışı olaylar Trabzonspor taraftarının kulağına gelmekte, dilden dile dolaşmakta. Fakat ne yazık ki Trabzonspor taraftarının kulağına gelen bir çok duyum, haber, olay vb. şeyler ülkenin tam bağımsız ve objektifoğlu objektif(!) spor medyasının yanından geçmemekte… Fenerbahçe 2010-2011 yılında muhteşem bir galibiyet serisi yakalayarak efsaneleşmeye(!) devam etmekte.

Eskişehir maçı öncesi,  Eskişehir’den kulaklara gelen duyumlar yanında menajerlerin, poşet-çanta ikilisinden birini elinde tuttuğu şekilde çekilen fotoğraflar. Ve ne yazık ki bu fotoğraflar yine spor medyasını ilgilendirmemekte… Doğru ya! Spor medyası sadece saha içiyle ilgilenmekte!

Maç başlangıcı ve maç esnasında yaşanan  ülkeme has, ama evrensel futbola ters kararlar… Saha içi kusmalar, saha dışı çiftetelliler… Ve maç sonunda Trabzonspor’un puan kaybedişi. Eskişehir tribününde Fenerbahçe bayraklarının dalgalanışı… Eskişehir sokaklarında Fenerbahçe kutlamaları… Üstelik  Trabzonspor’a ait verilmeyen iki nizami golü  ”Burası Türkiye”  diyerek tanımlayabilecek bir arsızlık ile.

Bu rezalete dayanamayan bir adam. Yaşı hiç mi hiç önemli değil. Dayanamamasının sebebi yaşı değil çünkü, adamlığı… Vücudunda pompa görevi gören hayati bir organının yeryüzüne isyanı ve gittikçe sıkışması. Ardından hafifçe kapanan gözler ve etrafın telaşı… Gözlerin kapanışı ve ya açık durmak için direnişi… Yıllar boyu ülkede pek çok haksızlık görmüş gözlerin; kalbe ilk defa bu denli katılışı ve kalple birlikte duruşu… ”Ölüm” dedikleri şeye geçiş; halbuki ölüm,bu topraklarda sadece kurtuluşu simgeleyebilir.

Ertesi sabah,  adaletin ufaklığını gösterircesine küçük  puntolarla geçilmiş bir haber; üzerinde Fenerbahçe’nin haklı(!)  zaferini gösteren büyük bir fotoğraf…  Küçük puntolu haberdeki trajikomik özet: ”Trabzonspor taraftarı Mustafa Çelik puan kaybı yaşanan maç sonrasında geçirdiği kalp krizi ile hayatını kaybetti.” Arkasından ağlayan binlerce Trabzonspor taraftarı… Evet, isyan maç sonrası değil, ölüm haberinin ardından daha da ağır bastı o gün… 22 Nisan’ın ertesi 23 nisan’da… ”Bu kadar açık şikenin olduğu bu ülkede; bu kadar alçak manşet olabilirdi ancak.” dercesine bir isyan.

Yaradana edilen dualar, ilahi adalet tecellisi içindi. Hiç unutmadı Trabzonspor taraftarı,  duasında bile tecrübeliydi çünkü. 96 da başına gelenin aynısı olmayacağını bile bile, o günden ders almışcasına dua ediyordu. Biliyordu kabul olacağını. Ve oldu da… 3 Temmuz sabahı, dualar kabul, haksızlar rezil oldu.

3 Temmuz’dan bu yana yaşanan süreç; Türk adaletinin de, basınının da,  insanının da ne kadar yozlaşmış olduğunu gözler önüne sererken, ilahi adalete güvenenlerin içerisindeki rahatlık hep var oldu… Fakat; 22 Nisan 2012′de  bu gönül rahatlığı başka bir ölüm haberiyle  1 saniyede  1 sene geriye götürdü, bu acıyı önceden çok defa yaşamış bordo-mavi yürekleri.

Galatasaray-Fenerbahçe maçı ardından hayata gözlerini yuman Fatih Çalışkan; 22 Nisan 2011 ‘ i hatırlattı acı şekilde Trabzonspor taraftarına. Fenerbahçe yönetiminin  teşvik ile rakibine puan kaybettirdiği maçın ardından, hayata gözünü yuman Mustafa Çelik’in ardından, Türk adaleti, insanı,basını ve lirası yüzünden ligde tutulan Fenerbahçe’nin Galatasaray ile maçında bir can daha gitti. Düşünebiliyor musunuz? Oynanmaması gereken bir maçta  bir ana ve babanın gözünden sakınarak yetiştirdiği bir canın dünyaya veda edişi… Adalete ve düzene isyan…

22 Nisan 2011 ve ya 22 Nisan 2012 hiç farketmez… Neden mi? Nedeni o an bilinmez; bilindiğinde ise sebebi söylenmek istenmez. Çünkü nedeni  ölümün ortaklığıdır. Oynanmaması gereken bir maçın sebep olduğu bir ölüm  ve tam 1 sene öncesinde teşvik ile gasp edilmiş bir maç yüzünden ölüm… Böyle oluyordu farklı renklerin  aynı tarihte vedası demek ki.

Galatasaray camiasının başı sağolsun.  Bu acıyı en son geçen sene yaşamış; fakat tecrübesi sadece geçen sene ile sınırlı kalmayıp  öncelerden de bu ölümlerin acısını içine atmış Trabzonspor taraftarı olarak diyoruz ki; maalesef acınızı hiç unutamayacaksınız. Hiçbir  22 Nisan günü  dün maçtan önceki gibi gülemeyeceksiniz. Hiç bir maç galibiyeti  bu acıyı size unutturamayacak. Maalesef bu acı  size endüstriyel futbolun attığı bir faça yarasından da ağır bir yara olacak,maalesef hiç kapanmayacak. Hep kanayacak. Sadece Galatasaray camiasının da değil tabii  temiz futbol uğruna dilek tutan, dua eden herkesin başı sağolsun. Maalesef  katiller para kazanmaya devam ediyor.

Kahrolsun  endüstriyel futbolun yalakası olmuş düzen savunucuları. Kahrolsun endüstriyel futbolun albenisini oluşturan yayıncı kuruluşun çıkarları. Kahrolsun insan canından daha önemli görülen paraya tapan beyinler. Kahrolsun maç sonucu manşetini  ölüm haberinden önemli gören editörler. Kahrolsun  kirlenmiş futbolun varlığını dileyenler. Kahrolsun o ana ve babaya acı çektiren zihniyet. Kahrolsun  kirlenmiş nefs ve iradeniz. Kahrolsun o pislik karar alma mekanizmalarınız. Kahrolsun  kapı arkasındaki gülüşleriniz. Kahrolsun  renkleri birbirine düşman kılan zihniyet. Kahrolsun  farklı renklerin 1 sene ara ile aynı acıyı yaşamasına sebep olanlar. Kahrolsun kirlenmiş Türkiye’nin  simsiyah endüstriyel futbolu…

22 Nisan gününde hayatını kaybeden Mustafa Çelik ve Fatih Çalışkan’ı rahmetle anıyoruz. Allah rahmet eyleye.

Saygılar.

Medeniyet Dediğin

Gelişememiş ülkelerde simgelere takılmış bir örtüdür medeniyet. Ülkenin gelişmemiş olması büyük oranda ekonomiye bakar, fakat gelişememiş olması zihinlerin suçudur. Kayıp akıllar mağarasının fazlalığıdır medeniyeti somut kavramlarda tartışmaya açmak ve sonucunda gelişememek.

Gelişememiş zihinlerin büyük sorunudur mutluluğu ve medeniyeti tespit etmek. Çok parayla çok mutlu olacağını sanmak  doğru bilinen büyük bir yanlıştır bu ülkelerde. Aynı şekilde;  insan üzerindeki kıyafetlerde yanıltır bu ülkelerde kayıp zihinleri, medeniyet konusunda özellikle. Halbuki mutlu olmak için para gerekmeyebilir dünya üzerindeki herhangi bir toprak bütünlüğünde. Ve yine aynı şekilde;  Afrika’nın herhangi bir kabilesindeki küçük çocuk da mutlu olabilir, üzerinde lüks kıyafetler olmadan…

Böyle ülkelerde her alana sıçramıştır bu saçma düşünceler topluluğu. O kadar fazladır ki bu düşüncenin sahipleri, değişmez doğru kabul edilir yanlışlar. Bir şehrin ne kadar  medeni olduğunu nüfusu gösterir sanar çoğunluk. Ve ya bir takımın ne kadar büyük olduğunu… Ve ya bir takımın bayan taraftarlarının giydiği kıyafet ve yapılan makyaj sayısının fazlalığı da  hangi takımın bayan taraftarlarının daha medeni olduğunu gösterebilir, çoğu akla göre.

Böyle anlarda ibretlik dersler çıkagelir insanın tam da gözü önüne. O kadar net bir ispattır ki; bu  doğruları yanlış bilen boşluğa düşer, doğruyu bilen az sayıdaki kişi ise haklı gururunu yaşar bu coğrafyada…

Seyircisiz maç cezası ile cezalandırılmış Trabzonspor’un Beşiktaş ile oynadığı maçta Trabzonsporlu bayanlar  maçın seyircisiz değil,seyircili oynandığını ispat etti. Trabzon’da seyircisiz maç oynamanın olanaksız bir şey olduğunu gösterdi. Bunu gösterirken de bir de medeniyet dersi verdi,  ders alabilme kapasitesi olan her canlıya. Tek hücrelisinden çok hücrelisine kadar.

Çok önceleri değil, bu sezon içerisinde yaşanmış, seyircisiz(kadın ve çocuklu) Fenerbahçe-Trabzonspor maçı akıllara geldi, dünkü maç esnasında bir an. O sahada medeniyetin simgesi olarak somut kavramların büyüklüğüne alışmış olanlar için, o büyük ve Türkiye’nin en medeni statların birinde(!), 50 küsür bin adet, gayet bakımlı, güzel giyimli,kısaca medeni(!) kadın hemcinsleri olan bir kadına küfrettiler. Hemcinslerine küfürlerinin sebebi ise Trabzonspor Başkanının annesi olmasıydı. Yani o sahadaki binlerce medeni kadının olduğu gibi anne olması…  Ve ya o sahadaki binlerce bayanın hayal ettiği annelik şerefine erişmesi …

Maç ertesinde gazetelerde okuduk hepimiz,; binlerce Fenerbahçeli medeni(!) kadının marifetlerini, fotoğraflarını, spor kamuoyuna örnek olacak şekilde verdikleri derslerini(!)… Ve acı bir tebessüm oluştu içimizde.

Acı tebessümlerden gururlu gülücüklere kendi bayanlarımız sayesinde ulaştık, Trabzonspor-Beşiktaş maçı ile. Bu ülkede pek çok insana medeni gelmeyecek ninelerim, belki başı kapalı olduğu için bile medeni kabul edilmeyen teyzelerim,  İstanbul’da olmadığı için kimi insanlar tarafından medeni görülmeyen ablalarım, kardeşlerim,  gelişememiş Türkiye’nin gelişememiş zihinlerine ibretlik bir ders verdi. ”Bordo” haykırışa ”Mavi” dendi… ”Şampiyon” dendiğinde ”Trabzon” söylendi. Ama asla ve asla hemcinslerine ettikleri herhangi bir hakaret duyulmadı.  Kayıp akıllar mağaralarına  medeniyetin ışığı başkente göre kuzeydoğudaki şehirden girdi.

Paralel sıralanmış dağların denizle arasına sakladığı bir şehir  tarihindeki gibi bir ders verdi yine. Verdiği dersin adı ”medeniyet” olmasına rağmen,  ”medeniyet” adının verilmeyeceğini bile bile.

Saygılar.

Kökler

Yaklaşık 11 yaşımda iken elime tutuşturulmuş kalın ve sarı yapraklı eski bir kitabın adıydı; içini açıp okumaya başlayana kadar. Şimdi düşünüyorum da 11 yaşındaki bir çocuk için oldukça ağır bir baba tavsiyesiydi.

Kapağında hatırladığım tek ayrıntı büyük harflerle ve sarı renkle boyanmış KÖKLER yazısıydı; fakat içerisinde yazan cümleler; 11 yaşındaki çocuğa hayat tecrübesi kazandıracak kadar akılda kalabilen cinsten hikayelerdi, gerçeklerdi hatta.

Küçük Kunta Kinte ile başladı benim yaşam tecrübesini bir kitaptan öğrenme girişimim. Kunta Kinte’ ye ve onun arkadaşlarına ninesi tarafından anlatılan çok ama çok ilginç hikayelerdi, benim ağzım açık dinlediğim… O kadar etkileyiciydi ki; kendimi Kunta, annanemi de ninesi yerine koyuyordum henüz yaklaşık 11 yaşımda iken.

Babamın özellikle tavsiye ettiği bir hikaye vardı kitabın içerisinde. Yine Kunta’nın ninesi tarafından anlatılan onlarca güzel hikayelerden bir tanesiydi. ”Bunu anlarsan, hayatı anlamakta zorluk çekmezsin” dedi babam ve dikkatle okudum. Tavşanın saflığı ve timsahın kurnazlığıydı 11 yaşımda beni ağlatan.

Kalın kitabı okumakta zorluk çeksem de Kunta büyüdükçe ben de büyüdüm. Kunta acı çekmeye başladıkça ben de acı çektim. Gemide; dışkılarının yanında uyumak zorunda bırakılan siyahi insanları okudukça ben üzüldüm onlar yerine… Onlara bunu reva görenler de yaşatanlarda benim gibilerdi halbuki; onlara göre ”soluk benizli” idi hepimizin adı.

Kunta’nın kazandığı zaferlerle sarhoş oldum; çocuklarıyla mutlu oldum. O kalın kitabı sona getirdiğimde siyahi insanların neler çektiğini anlamakla kalmadım. İmkansızın olmadığı sonsuz bir evreni kavramıştım. Kunta benim sonsuz hayallerimin yapıtaşlarını üstüste koyuvermişti bin küsür sayfada. Ben ise Kunta’ya her zaman saygı ve şükran borçlu hissedecektim kendimi. Fakat rahattım; biliyordum ki Kunta böyle şeyleri dert eden biri değildi.

Büyüdükçe ”soluk benizli” nin sadece Afrika’da değil; uğradığı her coğrafya da benzer şeyler yaptığını anladım. Her fark edişim; beyaz rengimden dolayı kendimden nefret edişimdi. Simsiyah, hepsinden de siyah olmak istiyordum. Çünkü biliyordum ki; benim gibi ”soluk beniz” lilerin yaptıklarından ben utanıyordum; utancımı siyah bedenimde kapatırım diye düşünüyordum. Çünkü ben; 11 yaşımdan beri,  siyahı beyazdan daha temiz diye kabul ediyordum. Saflığın simgesi olarak beyaz bilinirken dünyada; siyah benim hayallerimin temizliğini ve berraklığını ifade ediyordu.

”Modern Çağ” denen şeye adım atıldığında; siyah ile beyaz arasında ayrım olmadığı ve ayrım yapmanın çok ayıp olduğu gerçeği kabul edilmiş ve insan haklarına saygı duyulmuştu. Yani ”zenci” ile ”soluk benizli” diye bir şey kalmamıştı yasalarda. Soluk benizliler, artık istedikleri gibi davranamayacaklardı ”biz zencilere”. Ve her alanda olduğu gibi spor alanında da eşit olacaktı bu iki ayrı renkte ama aslında kardeş olan insanlar…

Kunta’nın zaferleri gibi geliyordu bana; siyahi bir atletin kazandığı yarış. Ve ya bir basketbolcunun son saniye basketiyle şampiyonluk getirişi. Siyahi oyuncuların varlığı; Kunta’nın mücadelesinin sonsuzluğunu simgeliyordu zihnimde. Ve tabii futbol. Beyaz adamların en çok eğlendiği organizasyonda; siyahi oyuncuların başarısı beni de  benim gibi Kökler okuma fırsatına erişmiş ”sözde soluk benizlileri” de gururlandırıyordu. Sahada bu kardeşliğe aykırı yapılan her eylem hakettiği gibi bir ceza alıyordu, Avrupa ve diğer gelişmiş ülke liglerinde.

Renk Irkçılığının hiç yapılmadığı bir coğrafyaydı benim ülkem. Benim ülkem de pek çok haksızlık olsa da siyahilere yapılan bir kötü ayrımcılık yoktu. Ve pek çok haksızlığını sindiremesem de bu özelliği beni gururlandırıyordu ülkemin. Benim ülkem renk ırkçılığı yapmıyordu. Hiçbir zaman ”soluk benizli” ve ”zenci” ayrımı olmamıştı.

Fakat ”soluk benizli” ler hala nefes alıyordu. Hala dünyanın herhangi bir yerinde yaşıyor ve siyahi insanların ”zenci” olduğunu düşünebiliyordu. Demiştim ya; uğradığı her coğrafyada aynı sıkıntıyı yaşatan ”soluk benizliler” yine rahat durmuyordu.

Tarihi ve felsefesi gereğiyle doğal olarak ülkenin gerçeklerinden uzakta; kendi gerçeklerini denize paralel uzanmış dağlarının arasında saklayan Trabzonspor, bu renk ırkçılığının haklı tarafında yer alıyordu. Böyle olmasını istemezdi elbet, ama haklının yanında yer almaya da alışıktı hani bünyesi. İngiltere’de aynı kabahati işlemiş Emre B. nin söylediği o iğrenç sözlerin muhatabı; futbol ortamında hep aykırı olan takımın, yani Trabzonspor’un, siyahi bir oyuncusuydu. Kaderin cilvesi midir bilinmez; soluk benizli mantığıyla yıllardır süregelen haksızlıkların simgesi gözükenler, Kunta Kinte ile Soluk Benizli arasındaki mücadelede soluk benizlilerinin yanında dururken, dışlanmışlığıyla Trabzonspor da Kunta Kinte’nin tarafında yer alıyordu.

Ne acıdır ki; soluk benizli adamlar ülkemi de işgal etmişti ve sahada o iğrenç düşüncelerini haykırmışlardı. Fakat anladığımız daha acı bir şey vardı ki; soluk benizlilerin ülkemde haddinden de fazla olduğunu geç anlamamızdı. Emre B. nin söylediği o çirkin sözlerin ardından; gazete, medya, sosyal medya vb. iletişim araçlarında gördük ki; Emre B. gibi düşünen ”insan” sayısı oldukça fazla ve hepsi de siyahilere yapılan işkenceyi bir eğlence kabul eden ”soluk benizli” ler ile aynı mantıkta… Ve bir acı nokta daha vardır ki; ülkemde övündüğüm nadir şeylerden biri daha yok oldu. Ülkem ile bağlarım bir yerden daha koptu.

Her şeye rağmen,  şu da bilinen bir gerçek ki; ”soluk benizliler” ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar; asla Kökler zamanındaki kadar mutlak hakimiyetleri olmayacak. Ve ‘”biz zenciler” asla ve asla Kunta Kinte’nin mücadelesindeki kadar zorluk yaşamayacağız. İmkansızı önce zor; sonra da yapılabilir hale getiren Kunta Kinte’nin torunları olarak biz siyahi insanlar; günümüzdeki gücümüzü daha etkili kullanıp; ”soluk benizlileri” hiç olmadığı kadar derinden sarsacağız.

Unutulmasın ki; tenimiz beyaz da siyah da olsa  bizim gibi düşünen herkes ile birlikte biz, dışlanmaktan gocunmayan, ırkçılara göre ”zenci”, yaradana göre ise sadece bir ”kul” durumundayız. Ve bu durumumuz hiç değişmeyecek.

Saygılar.

Turnusol

Mavi ile Kırmızı renkleri ayıran bir turnusol kağıdı gibi ayırıyor siyah ile beyazı bu memleket ve bu memleketin insanları… Memleket beyazı kolayca fark edebilirken; memleketin insanları cahilleştikçe siyahın önemini daha fazla zannediyorlar.

Türk Futbol Tarihinin en karışık ve dağınık zamanına bu sene bizler tanık olduk. Bu tanıklığımızı; çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacak tecrübelerle destekledik. Zaman bizi üzse de en çok da tecrübe kattı. Ve katmaya da devam ediyor. Geçmişi yad edercesine…

Türkiye’de güçlü ve haksızın; nasıl haklı ve mağdur olmaya zorlandığını görmenin yanında eski geleneklerin de süregeldiğini görmek, ülkemizin ne kadar istikrarlı bir ülke olduğunu ispatlıyor sanki(!)

Geçen sene; neredeyse ligin yarı sayısındaki takıma karşı, inatçı bir şekilde şampiyonluk mücadelesi veren bir Trabzonspor seyrettik. Bu mücadelesinde nelerle karşılaştığına dair belgeleri ise; geçen sezonki lig bitiminden sonra delilleriyle gördük. Fakat bir de görüp de gülümsediklerimiz var tabii.

Geçen sezonki mücadelemizde; takım içerisinde, takım oyununda,  arkadaşlığında hiçbir sorun olmayan Jaja Coelho’yu türk medyasının, Trabzonspor’a zarar verme amacıyla nasıl delice kullandığını; Şenol Güneş’i, Jaja Coelho üzerinden yıpratma çalışmalarını açıkça gördük. Daha da kötüsü, hala unutamadık. Fakat bugün aynı türk medyasının Melo ve Fatih Terim meselesine getirdikleri komik ve bir o kadar da inanılması imkansız derecede farklı çözümler;  geçmişine saygı duyan bir ülkemiz olduğunu bize gösterdi.

Oyuncu; takım arkadaşıyla laf dalaşına giriyor, yetmiyor soyunma odasında arkadaşına saldırıyor, yetmiyor tekmeliyor… Daha da kötüsü; bu oyuncu; normal bir oyuncu olmadığını sahadaki sportmenliğe aykırı fakat karta  gerek duyulmayan(!) faullerle gösteriyor… Ardından bir kadro dışı haberi alıyoruz. Fatih Terim disiplini tamlamasına alıştırıyor kulaklarımızı televizyonlar… Fakat adım gibi emin olduğumuz bir şey var; o da; Melo ve arkadaşının affedileceği. Ve emin olduğumuz konuda haklı da çıkıyoruz. Fatih Terim’in muhteşem disiplini; Melo’yu uslandırıyor(!). Aslında Fatih Hoca affetmeye gönüllü değil ama; takım arkadaşları çok istiyor affetmesini(!), çünkü 2000 ruhu geri geliyor(!).

Külliyen yalanın dolaştığı medya manşetlerine bakarken aynı olayların biz de yaşandığını düşünüyorum da… Laf dalaşı bile 3 hafta etki gösterirken televizyonlarda; kim dilir öldüresiye dayak ve takım tarafından af istenmesi nasıl yorumlanabilirdi?(!).

Önümüzüdeki süreçte neler olacağını da tahmin edebiliriz kendimizi zorlarsak eğer, tabii zorlamaya da değerse… Ne dersiniz? Sizce Melo ve Riera herhangi bir ulusal ve objektif(!) gazeteye poz verip; çocuklarını bir haftalığına değiştirirler mi? (çocukları olduğunu varsayıyorum tabii) . Hatta belirli bir zaman sonra; bu kavgacı hareketlerin; aslında oyuncuların ne kadar hırslı olduğunu gösterdiğini iddia edenler çıkabilir mi?

Tabii ki yine her şeyden ders çıkartıyoruz. Türk medyasının zerre değişemeyeceğinden tutun da; Galatasaray taraftarının yine ve yeniden ‘2000 ruhu geri geldi’ yalanıyla kandırılışına kadar.

Saygılar.

Hikaye

Türk Futbolunda klasik haline gelen, sistemin köşetaşı sayılabilecek bir hikaye vardır. Bu öyle geniş ve güzel bir hikayedir ki milyonları kendisine bağlayabilir… Pek çok masalda olduğu gibi bu hikaye de bu ülkede pek çok canlıyı peşinden sürükleyiverir.

Hikayemiz nedir peki? Bunun cevabını vermeden, bu hikayenin anlatılması için hangi şartın oluşması gerektiğine bakmalı…

Bu şart, bu ülkeye mahsus bir şekilde 3 İstanbul takımının zirveye oynaması ile gelişir. Renkleri farketmez, hikayeyi yazanlara para kazandırması yeter. Zaten hikayeyi yazana da renk bir şey farketmez… Ha sarı ile lacıverti, ha sarı ile kırmızısı… Siyah ile beyazı da cabası. Önemli olan bu 3 takımın aynı anda ve ya kopuk kopuk şampiyonluğa(!) oynaması…

3 takımdan birini seçin… Bu takım galibiyet serilerine başladığında atılan manşetleri hayal edebilecek durumdasınız sanırım. Şimdi, seçtiğiniz İstanbul takımının , galibiyetlerine devam ettiğini düşünün. Galibiyet serileri için süslü manşetlerden sonra medyanın aşaması süslü röportajlardır. Kendi aralarında bölüşür,öpüşür koklaşırlar ve belirli aralıklarla o İstanbul takımının oyuncuları ile tek tek röportaj yaparlar. O röportajların her birinde, o takımın her oyuncusunun muhteşem mücadele içerisinde geçmiş hayat hikayeleri ve mücadeleleri vardır. Bunlar yazılmadan olmaz. Bunlar yazıldıktan sonra algıyı oluşturması gazeteyi okuyana kalmış; ”Eee, adam nerelerden gelmiş, bak takımı için böylesine mücadele etmesi boşa değil” yorumlarını duyar gibi oluyorum…

Geçen belirli bir süre ardından İstanbul takımı düşüşe geçmediyse ki Türkiye’de düşüşe geçse de kolundan tutup kaldıranlar, hep hakem sıfatıyla dolaşanlar olmuştur, gazeteler para kazanmaya devam ederler. Bu sefer takımın yabancı( illa yabancı olacak yerli olmaz) kondüsyonerine övgüler dizilmeye başlanır. Başarının sırrı kondüsyonerin disiplinli programlarında havası verilir… Bir başarı sırrı daha açıklanır böylece…

Takımın maçlarından önce ve sonra, rakibi olan Anadolu takımı sanki yabancı takımmış gibi yorumlar ve köşe yazıları zaten farzdır bu düzende. O yüzden bu büyük hikayenin böyle bilindik ayrıntılarına girmeye gerek yok.

Genelde bu hikayeler çok satar. Hatta yok satar… Tabii düzen böyle gittikçe. Fakat düzen her zaman böyle gitmez, çünkü…

Çünkü, o ülkede bir de devrimci bir kulüp vardır. Genellikle oyunu sadece oynamak üzere kurulmuş olan yapısını kullanarak hikayeye dahil olur. Dahil olduğunda ise hikaye yok olur. Cepler parasız kalabilir ki bu büyük tehlike çanlarının sinyalidir.

Bu kulübün oyuncuları, gerçek anlamda kalitelerini favori İstanbul takımlarına karşı sergiledikçe, o gazete övgülerinin, o röportajdaki hayat hikayelerinin, o kondüsyonerin çok disiplinli programlarının aslında öncekilerden çok da farklı olmadığı anlaşılır. Çünkü genellikle favori İstanbul takımı, düzeni bozan kulübe karşı pek de favori gibi oynayamaz. Oynayamaması hikayenin bozulması demektir.

Peki ne olur? Hikayeyi bozmak, ülke çıkarlarına zarar getireceği için(!) genellikle mücadeleci kulübün oyuncuları o büyük maçlardan önce cezalı duruma itinayla düşürülür. O da yetmezse maç içerisinde gereksiz kırmızı kartlarla ince ayar yapılır. O da yetmez ise dakika 80 küsürlerde mahallelerde çalınmayacak penaltılar verilir… Böylelikle hikaye devam eder, hikayenin padişahı da imparatoru da selamını vererek alkışlanır kocaman statlarında.

Bu böyle bir hikayedir işte… Her sene aynı senaryo olmasına rağmen, İstanbul takımlarının milyonlarca kişilik taraftarları bu hikayenin hipnozuna kapılarak futbol seyrettiğini sanar. Halbuki tiyatrodan pek de farkı yoktur… Böylelikle uyutulan milyonlarca kişi, her sabah birbirleriyle sözde futbol tartışır… Masallarından uyandırılmamak isteyen çocuklar misali.

Peki hikaye hep böyle mi gider? Hayır. Hikayenin bir de başka tarafı vardır. Hikayeyi yazanlar, kendisini zor duruma sokanlara rahat vermez. Gerek manşetleri gerek fitneleri ile, bu ülkede hiçbir zaman hakettiği değeri göremeyen bir hocaya, kendi taraftarını kışkırtabilir. İşin üzücü yanı, bu kışkırtma oyununa maalesef, devrimci kulübün taraftarı da alet olabilir, kandırılabilir. Anlaşılır ki, mücadelesi ile nam salmış ve salmaya devam edecek olan kulübün taraftarları da bu hikaye ile hipnoz edilmiş ve İstanbul taraftarından farksız hale gelmiştir.

Son sorumuzu soralım o vakit… Peki bu hikaye böyle mi biter? Hayır. Bu hikayede hipnoz olmamış beyinler mutlaka vardır ve sayıları az da olsa, ve bu hikayenin ahengini bozar. Bozamasa da zorlar, yıpratır. Bilir ki bir gün bozulacak bu hikaye… Çünkü bozulmuşluğu vardır bu hikayenin önceden. Bunu bozan kişi de aynı kişidir. O yüzden emindir kendinden… Kendinden emin olduğu kadar, hikayenin yazarları da korkar kendisinden…

Saygılar.

Şimdi Sen Gidiyorsun Ya

Şimdi sen gidiyorsun ya…Herşey sana benzeyecek. Her memleket hasretimde, sana olan hasretim yakacak üzgün yüreğimi. Şimdi sen gidiyorsun ya; Hiç olmamış kadar yalnız hissederken kendimi, aynı zamanda kendimi kahrediyor olacağım. Şimdi sen gidiyorsun ya hani; işte ben hep senin gitmemiş halini seveceğim…

Memleket hasretini dindiren şeydi elbette bordo-mavi renklerin. Bir çok kere söylenmiştir elbet ama tekrar edilmesi gereken şudur ki; senin lisanslı ürünün bile diğerlerinden farklıdır… Annelerin ördüğü kazaklar misali.

Sana biz böyle alışmadık mı?

Seni biz hep hırçın olarak sevmedik mi?

Her isyanımızda,yanımızda seni görmedik mi biz?

Yoksa biz sana,fazla mı yüklendik?

Yoksa biz çok mu farklı gördük seni?

Hayır. Kesinlikle hayır. Çünkü eğer gördüğümüzden farklı olsaydın, bir çok kez anlardık bunu…Sadece biz değil, bizden büyük yaşa sahip olup, sana bizden daha uzun zamandır sana aşık olanlar da…

Peki şimdi sen ne yapıyorsun?

Neyin peşinden gidiyorsun böyle?

Gittiğin yoldan biz gelemeyiz ki. Yemin ederim ki gelemeyiz. Gitme ne olur…

Girme o yola. Kurbanın olayım. Biz seninle beraber kafa tutmadık mı o yoldan gidenlere… ‘Hayatta her şey menfaat için mübahtır’ diyenlere… Gitme o yola ne olur…O yola karşı direncimizde en büyük dayanığımız sendin.

Biz kimdik peki?

7′den 70′e senin bağladığın yürekler…Şimdi sen o yürekleri yalnız bırakma, gitme…Menfaati hayatın en önemli parçası görenlerden olma. Biz böyle öğrenmedik çünkü, bize böyle öğretmediler…Bize direnmeyi öğretenler de sana aşık vallahi. Sen sana aşığı bırakma, seni senden çok düşüneni bırakıp menfaatçiler dünyasında çıkar kovalama…Bunları yazarken bile utanıyorum düşün, girme o yola.Kahretme bizi.
Kupası…Parası… Artık bunların zerre önemi yok. Evet önemliydi benim için bunlar; ama felsefemin yanında bir hiçti. Sen şimdi bu yok pahasına şeyler için düşünceni terketme…Gitme o hırsızlığı reva görenlerin peşinden. Susma…Sustukça şeytan olacaksın. Biz seninle şeytanları kahretmiştik halbuki…Bunlar bir şey mi?  Biz seninle nice şeytanları devirmiştik…

Kayıp akıllar mağarası onların mekanı…Bakma güzel  dört duvarla örüldüğüne. İnan ki, her gece yatmadan önce sana dua eden binlerce yüreğin evindeki rutubetli duvarlar daha onurlu. İnan…İnanmana da gerek yok aslında, bildiğin şeyler bunlar. Buralardan yükseldin sen. Hatırlaman yeterli…

Gitme diyorum ama gidiyorsun…Şimdi sen gidiyorsun ya, herşey sana benzeyecek. Baktığım her bir tarafta seni hatırlayacağım. Şimdiki seni değil ama, anılarınla büyüdüğüm seni. Gerçek Trabzonspor’u… 4 Büyükten biri olduğunu iddia eden değil, ispatlamaya çalışan değil, İstanbul’a, paraya, çıkara karşı koyan Trabzonspor’u… Gülme bana ne olursun… ‘Artık endüstriyel futbol devri’ deme bana. Bari sen deme… Sen dik dur, menfaatinden önemlidir duruşun. Menfaatini kaybetsen, sonsuz küme de düşsen canın sağolsun. Sen dik dur yeter…Uyma onlara. Daha doğrusu uymasaydın keşke…

Daha fazla ağlatma bizi. Bizler senin inatçı çocuklarınız…Hani o dik yokuşlarında horonu öğrenenlerin çocukları,torunlarıyız…İnatçı toprakların inatçı çocukları seni bırakmayacak…Bunu da unutma.

Saygılar.

Şubatı Gördüm

Çok uzun yıllar olmuştu takımı Avrupa arenasında seyretmeyeli. Ben bir genç Trabzonsporlu olarak şanslıydım ama gençliğinde Trabzonspor’u Avrupa’da seyretme şansına hiç sahip olamamış olanlarımız vardı. Büyük bir hasret giderdik hep beraber. Yaşlısı maziyi, genci ise hayallerini tekrar hatırladı. Sanırım bu sayede küçük yüreklerine büyük bir aşk sığdırmaya çalışan kardeşlerimiz, Trabzonspor’un ne olduğunu şimdiki yaşlarından tecrübe edebildi. Onlar da şanslıydılar; çünkü ”başarının her şey olduğu sanılan” bu ülkede, Trabzonspor’un başarısız olduğunu düşünüp küçük yaşta İstanbul’a hayran olan o kadar çok küçük hemşerileri vardı ki önceleri…Onlar en azından başarının ne olduğunu değil, aynı zamanda nasıl kazanıldığına da şahit oldular.

Şubat ayını Avrupa liglerinde görmek…Üstelik arap saçı bir lig düzeninde iken Şubat’a kadar gelebilmek bir başarıdır. Fakat şu da bir gerçektir ki, bu takım Şubat’tan öteye de gidebilirdi. Mart’ı, kim bilir Nisan’ı da görebilirdi… Sanırım hepimiz bu noktada en büyük hatanın yönetim zafiyetinden kaynaklandığında da hemfikirizdir. Keşkeleri sevmesek de bu durumda keşke demeden kendimizi alamıyoruz. Eksik olan noktalar görmezden gelinince, Şubat’tan öteye gidemedik…Olsun, yaşlısı maziyi, genci hayalleri, küçüğü heyecanını inanıyorum ki önümüzdeki yıllarda çok da uzun süre beklemeden Şubat’a, Mart’a kim bilir belki de Nisan’a taşıyacak…

Şubat’ı gördüğümüz bir diğer nokta da, malum şike süreci. Binlerce satır ve bu binlerce satırın yer aldığı yüzlerce sayfanın oluşturduğu bir iddianamenin bile sonuçlandıramadığı bir şike davası sanırım ancak bizim gibi ülkelerde olabilir. Dünyadaki spor hukukçuları eminim ki önümüzdeki yıllarda bu iddianameyi öğrencilerine en iyi örnek diye sunacakken, bir ülkenin sözde spor adamlarının rantlarını koruma hevesi ancak böyle bir ülkede olabilir…

Her zaman eşsiz bir millet olduğumuzu söyledik durduk, bu da eşsiz bir millet oluşumuzun en büyük ispatıdır. Benzemez kimse bize. Çünkü biz iki zıt durumda bile Şubat’ı gördük…

Saygılar.

Susma Hakkı

Muhabirin sorduğu; ”Ne hakkınızı kullanmak istiyorsunuz?” sorusu ile anladık Şota’nın canının sıkıldığını. Şüphesiz onun canı sıkıldı mı bizim canımız sıkılır. Onun can sıkkınlığını gidermeyi biz vazife biliriz kendimize. Malum, bizim canımız her sıkıntıya düştüğünde, o aldı sıkıntımızı yüreğimizin içerisinden…

”Susma hakkımı kullanmak istiyorum” diye cevap verdi, çok güzel bir aksan bozukluğuyla, şüphesiz ben onun o aksan bozukluğuna kurban olurdum…Şüphesiz ben Trabzonspor taraftarıydım…Şota benim en büyük kahramanlarımdandı.

Yeni yetme denilebilecek bir muhabir…Belli ki mesleğinin etik kurallarından çok çakallığını öğrenmiş o dinozor duayenlerinden. Zaten dinozorlar etik bilemez ya, işte o dinozorların yetiştirdiği belli olan bir muhabirden, gayet salaş ve alaycı bir ”Neden?” sorusu. Ama o soruya hayranı olduğum Şota’nın yine beyefendi bir cevabı… ”Bilmiyorum. Fazla bir şey söylemek istemiyorum. Bazen bu maçlarda” der Şota ve sonra kesilir sesi…Sonra o kadar derin bir iç çeker ki, o çektiği iç benim gözümü doldurur, benimle birlikte izleyen annemin gözünü yaşartır, onun o çektiği iç bizim yüreğimize bıçak diye saplanır, kalbimiz kan basmayı unutur bedenimize…Öyle samimi ama üzücü bir iç çekiştir ki o, biz Şota’nın hayranları dayanamayız onun o haline…Dolan gözlerden boşalmak üzere olan yaşlar belirmeye başlar hemen sonrasında…

”Bazen bu maçlarda kendimi suçlayabilirim, oyuncuları suçlayabilirim, hataları suçlayabilirim ama ondan sonra… Ondan sonra başkasını suçlamak, benim stilim değil” der. İç çekişinden sonra tabii. Muhabir belli ki stil kelimesini açmak ister; ”Tarzınız değil” der. Ve o mahçup olması için hiç bir gerekçe olmayan ama kendini yine de mahçup hisseden adam bir kez daha mahçup olur, mimiklerinden bellidir…Onun o mahcubiyetine biz kurban oluruz…”Evet tarz…ben ingilizcesini söyledim” der.

Ardından muhabir, öğrendiği dinozorlukla maçtan konu açar ama, karşısındaki adam; adamın dibi olan bir adamdır.”Susma hakkı kullanmak istiyorum” der ve susar. Onun susması, vicdanlara büyük bir derstir, çakallar için ise hiç bir şey ifade etmez, edemez.

Sus ama mahçup olma Şota…Mahçup olması gereken sen değil karşındakiler. Hakeme kızdığın belli ama hakem hakkında konuşmayı uygun görmüyorsun çünkü sen teknik direktörlük bakımından dünyanın en iyi referanslarından biri kabul edilebilecek bir kulüpte, dünyanın en iyi teknik adamlarından biri sayılan bir hoca ile beraber yıllarını aynı kulübede geçirdin.Senin aldığın eğitime göre bu uygun değil. Ama bu ülkede böyle meşhur olup, gündemi değiştirenler mevcut be Şotam…

Bu ülkede yalan söylediği apaçık belli olan adamlar doğruya ”Külliyen Yalan” dedikten sonra, yalanı açığa çıksa bile sorgulanmıyor. Bu ülkede öyle adamlar iyi hoca oluyorlar Şotam…Bu ülkede gündemi değiştirmeyi başarısızlığının gözükmemesi için farz bilen adamlar simge oluyorlar, ekol kokuyorlar Şotam…Sen fazlasın bu sisteme…

Bu ülkede, bir mimik hareketi ile manşetlere oturan teknik adamlar var Şotam. Oyuncunun anasına avradına küfrettiği kameralardan belli olan ve bunu bir sefer değil, her kızgınlığında yüzde yetmiş tekrarlayan bir adam ”oyuncuyu eğiten bir hoca” olarak görülebilirken, senin bu mahcubiyetine ben kurban olurum.

Mahcubiyetin gereksiz…Ama sen gerekli görürsün. Seni sen yapan da budur ya zaten. Çünkü sen benim kahramanımsın.Çünkü sen Şotasın. Trabzonlu, Trabzonsporlu Şota. Sana baktıkça biz Şenol’un mahcubiyetini görürüz. Görürüz de dolar gözlerimiz. Dolar da saplanır yüreğimize bıçak…Saplanır da ağlarız be Şotam…

Hepi topu 39 saniyedir bu olayrın geliştiği…İşte o 39 saniyedir gözümü doldurup yaşartan.

Mahçup olma ne olur, ağlama ne olur.Üzülme ne olur…Sen ağlarsan, biz ağlarız.

Saygılar.

Şeytanın Kör(!) Dediği!

Süreç boyunca aynı şeyleri konuşuyoruz ve bu artık bizi sıkıyor belli… Artık ilgimiz azalıyor, artık konuşacak yeni bir konu açamıyoruz ve bu bizi soğutuyor futboldan… Fakat öyle zaman geliyor ki, küçük detaylar can alıcı olabiliyor. Bu yüzden küçük küçük hatırlatma gereği duyuyor, sürecin canlı şahidi olan aklımız, bizlere…

Belirdiği günden beri hep uzatılan, türlü bahaneler ile karşımıza hep sakız kıvamına getirilmiş muhabbetleri çıkaran şike sürecinin kahramanları istifa ettikten sonra kendilerini daha iyi belli ediyor. Şaşırtıyor mu bizi? Hayır. Fakat şaşırması gereken kişiler yine sessiz.

Mehmet Ali Aydınlar’ın, istifasından sonraki açıklamaları, gündeme samimiyet değil, yeni bir yalan rüzgarı getirdi. Önceki söylemlerimizde belirttik; ”Mehmet Ali Aydınlar, süreç boyunca, kendi yaptığı önceki açıklamaları, yeni açıklamalarıyla suya düşürmüştür ve her seferinde açıklamaları ciddiye alınmaktan öte, suya yazılmış yazı hissi uyandırmaya başlamıştır.” diye…

Programda cevapladığı sorular, bizim kafalarımızda yeni soru işaretleri doğuruyor…Ve gün geçtikçe yeni açıklamalar ile yeni soru işaretleri de çıkmaya devam edecek. İşte bazıları…
1-     TFF Başkanlığını yürütürken, yeteri kadar emin olamadığın ve bu yüzden karar alamadığın(!) bir dava için, istifadan sonra nasıl 45 milyon euro’luk bir kefil olma cesaretini gösterebiliyorsun?
2-      Aynı şekilde; istifanı sunarken ”kandırıldım” mesajı vermiş olan sen, nasıl kandırıldığına inandığın bir olay silsilesinde, 45 milyonluk bir kefil olabiliyorsun?
3-     Başkanlık görevindeyken ağzından düşmeyen ”Türk Futbolunu Kurtarma” masalı, nasıl istifadan sonra ”Fenerbahçe başkanlığına oynama” çalışmasına dönüştü?
4-    ”Tünelin ucu karanlık” diyerek Türk futbolunun geleceğinin aydınlık olmadığını, cezaların kapıda olduğunu ima eden sen; bunun baş sorumlusunun yine sen olduğunu bilmiyor musun?
5-      Bir kulübü kurtarmak için yaptığının çalışmalar yüzünden, bir ülke futbolunu eksilere sürükleme beceriksizliğini gösteren sen, nasıl oluyor da hâlâ işini doğru yaptığına inanabiliyorsun? O zaman senin başkanlık görevindeyken belirli gündeminin yanında gizli bir gündemin mi vardı?
6-      ”Tarafsız oldum” yalanını hala kameralara bakarak söyleyen sen; Trabzonspor’un UEFA tarafından Şampiyonlar Ligi’ne davetine karşı çıkıp; ”Onlar da bu işin içinde” diyerek tarafını yeteri kadar belli etmedin mi?
7-      Hangi TFF Başkanı, bir genel kurul kürsüsünde, tuttuğu takımı ne kadar sevdiğini ispatlama çalışmasına girişir?
8-   ”Süreci yönetmek” ile ”Süreci idare etmek” söylemlerinin aynı söylemler olduğunu sanan bir insan, yönettiği süreç için nasıl ”Doğrusunu yaptım” diyebilir?
9-      Endüstriyel futbolun çıkarlarını koruma çalışmaları ne zamandır ”Türk futbolunu kurtarma operasyonu” adını aldı?
10-   Metris Cezaevi’nde şike, teşvik ve organize çeteden dolayı tutuklu yargılanan bir kişi için, bir  TFF Başkanı nasıl ”Aziz Yıldırım dışarıda olsaydı, onunla daha rahat anlaşılırdı” diyebilir?
11-   ”Türk futbolu artık Papermoon’dan yönetilmeyecek” diyip, şike sürecinde, şike ile suçlanan bir kulübün yöneticileriyle kapalı kapılar ardında pazarlık yapmak nasıl olur da insanlara normal gösterilmeye çalışılır?
12-   Kendisinden başka herkesin yanlış yaptığını iddia eden birisinin üzerinde durduğu noktaya bakmaktan bu kadar korkarken hâlâ yalan dolu söylemlerin içinde olmasının sebebi nedir?
13-   En büyük hedefinin Fenerbahçe başkanlığı olduğunu söyleyen birisi, nasıl Fenerbahçe’nin şüpheli bulunduğu soruşturma sürecinde TFF Başkanlığını dürüstçe yapabilir?

Bunlar, benim zihnimdeki sorulardan sadece birkaçı… Bu sorular, artık sakız gibi olan süreçten sıkıldığımız için, olanları bir kez daha hazırda aklımızda tutmak, küçük bir beyin fırtınası yapmak için bence yeterli… Ama elbette bizler, bir araya gelerek bu soruların kalitesini ve çeşitliliğini arttırabiliriz…Sayısını bilemeyiz ama bildiğimiz tek şey; bizim soracağımız sorular; Mehmet Ali Birand’ın soracağı gibi yüzeysel olmayacaktır… Bizim sorduğumuz sorulara, Aydınlar cevap verirken, eminiz ki bizler Birand gibi kafa sallamak yerine; soru sormuş gibi yapıp zorlamamak yerine; sorgulayacağız. Eminiz ki bizim sorularımız gerçek anlamda cevaplandırıldıkça kameralar arkasında yapılanları da açığa çıkaracaktır.

Süreçten sıkıldığımız şu anlarda bile, sorgulamayı ve düşünmeyi unutmayalım. Çünkü asıl hedefleri bu.

Saygılar.

Ruh Hali

İstifa haberiyle ortaya çıkan bu kargaşada, zaten bir adım bile atamadığımız bu uzun ince yolda, bir de kargaşanın oluşturduğu sis ile mücadele etmek durumunda kalıyoruz.

Mehmet Ali Aydınlar ve ekibi; 3 Temmuz’dan bugüne kadar olan zamanda, yaptıkları tek iş olan(iş de denebilirse tabii) ‘inkar’ ile istifa ediyor. Ve bu istifanın, Türk Futbolunu daha da kargaşaya soktuğu söyleniyor. Fakat atlanan bir nokta şu ki, Türk Futbolu’nu bu kargaşanın içine sürükleyen, TFF’nin kendisi. Süreç boyunca, tutumsuzluklar, oldu-bittiler ve karar almak yerine süreç uzatma hastalıklarıyla, bu olayın bir an önce sonuçlanmasını isteyenleri çileden çıkarmakla birlikte bugün çıkmaz gözüken yolun ortasında, duvara toslamadan önce arabadan atlayan başrol oyuncuları gibi arabadan kendilerini attılar…Gerçekten de rollerinin hakkını vererek sonlarını getirdiler.


Sürecin kronolojisini ve ya terminolojisini hatırlatma niyetinde değilim çünkü sayelerinde her şey dün gibi aklımızda. Bu yüzden gelinen bu noktada, iddia edilenin aksine, duvara doğru freni boşalmış halde hızla yaklaşan arabanın, duvara toslayacağını düşünmüyorum. Bu sürecin sonunda ülke içinde hangi hamle gelirse gelsin,  Avrupa ve ya Dünya futbol kamuoyu idareci tutumunu sergilemekten vazgeçmezse, yarının futbolu bugünden daha temiz olacak. Bugün oynandığını söylediğimiz spor toto süper ligdeki hatalar silsilesi, başında emir verenlere alışmış, yönetilmekten zevk alan adamların, başıboş kalmalarından dolayı ne yapacaklarını bilmemelerinden kaynaklanıyor. Eğer Türk Futbolu içerisindeki yükselişlerini gerçekten hak ederek, alınlarının teriyle gerçekleştirselerdi, bu sezon oynatılan oyun gerçek anlamda futbola benzerdi tiyatroya değil.

Görevi bırakan Aydınlar’ın veda mektubu ise kendisinin süreci yönetişi gibi tutarsızlıklarla dolu. Ve bu mektupta suçlu olarak UEFA gösteriliyor diyebiliriz. Aynı şekilde bu sabah gazetelere baktığımızda kimi manşetler, ”Fenerbahçe’nin boş yere Şampiyonlar Ligi’ne gönderilmediğini” söylüyor… Yani bugün atılan manşetler hala zerre adım atamadığımızı gösteriyor. İddianame açıklandığında Trabzonspor’un 8 sayfasını didik didik edip yeterli bir mazeret bulamamasına karşı ,hala Trabzonspor’u manşetlerinde ve köşe yazılarında şüpheli gösteren kesim, Fenerbahçe hakkındaki 240 küsür sayfa iddia ve iddianın altında şüphelilerin birbirleriyle çelişki ifadelerini görmezden gelip ”Şampiyonlar Ligi’ne boş yere gönderilmediğini” söyleyebiliyor. İşte bu davranışın adını sırf reyting kaygısı olarak koyamazsınız. Bu davranış, aynı zamanda ahlaksızlığın da en büyük delilidir.

Kendi ahlak yapısını, çıkarcı fikirlerini ve taraflı tutumunu pişkin bir şekilde sırıtarak açıklanan gerek medya kurumları/kişileri, gerek TFF yetkilileri, gerek bazı kulüp yöneticileri; UEFA’nın kendi disiplin talimatnamesini uygulatma isteğine tepki gösterip, haksızlık yaptıklarını söylüyorlar. Yasayı değiştiren,talimatlarda esneklik isteyen kafa yapısı, UEFA’nın disiplin talimatnamesini uygulamasına tepki gösteriyor…240 küsür sayfada ondan fazla şike,şike teşebbüsü,teşvik faaliyetine rağmen Fenerbahçe’nin geçen seneki durumu hakkında ‘masum’ başlığı atabiliyorlar.

Bir davranışı kabul etmek için, o davranışa yol açan anlayışı kabul etmek, o anlayışa hak vermek gerekir. Eylemin sonucu kötü olsa bile davranışın niyeti, amacı önemlidir. Bu yüzden şike sürecinin başından beri, Türk Futbolu yerine Fenerbahçe temelinde çoğu kişinin çıkarını korumak amacıyla yapılanlar kabul edilemez. Fenerbahçe temelinde kişilerin çıkarını savunmayı, ”Türk Futbolunu kurtarmak” olarak adlandıranların niyetinde iyilik aranamaz. Bu yüzden eylemlerinin sonucunun pozitif ve ya negatif olması mühim değildir. Zaten süreci bu amaçla yöneten TFF, eyleminde de amacı gibi başarısız olmuş ve ruh hali bozulmuştur.

Bu sürecin uzadığı bir gerçek ve bence UEFA’nın ülkeye yaptırım uygulama ihtimali de önceki güne göre daha fazla. Ama sakız gibi uzatılmaya çalışılan bu sürecin sonunda, daha iyi bir oyun izleyeceğimiz umudu beni heyecanlandırıyor. Türk Futbolunun para ve değer kaybedeceği gerçeği de büyük ihtimal ama şu da unutulmamalı ki, Türk Futbolu para kaybettiğinde hayatı paranın yanında nefes almakla geçen parazitlerden de kurtulma şansına sahip… Yamuk ve bozuk temele oturtulan Türk Futbolunun yıkılması, yerine yenisini inşa edilemeyeceği manasına gelmez.

Saygılar.

Bıraktık İşi Gücü

Minik iki tane el. Birinden koca bir el tutmuş, diğer eli serbest şekilde, küçük çocuğun istediği gibi sallanıyor. Boynunda sarı-lacivert bir atkı. Atkının üzerinde ne yazdığını okuyamıyor çocuk, çünkü henüz okumayı sökmemiş; fakat elini tutan koca elin sahibi babası tarafından öğretilmiş, Ankaragücü yazıyor o atkıda. Baba-oğul bir Ankaragücü maçına daha gidiyorlar.

Tribünde babası sayesinde yaşadığı anılar, yaşından kat be kat fazla. Taraftar olmanın bilincini sadece yendiği anlarda değil; yenildiği anlarda da öğrenmiş bu çocuk. Bu sayede de ileri ki yıllarında nasıl davranması gerektiğini bilecek. Tribününe evim diyecek. Belki çok klasik olacak ama; cebindeki okul harçlığını evi için harcayacak.

Betimlemesini yaptığım çocuk gibi yüzlerce küçük yüreğin kalbinin attığı bir büyük kulüp; sarısı ile laciverti ile Ankaragücü. Büyük kulübün tanımı da İstanbul’daki gibi yapılmaz. Büyük kulüp olmak için bir kültürünün olması gerekir, zira büyük kulüpler kültürleriyle saygıyı hak ederler ve o hak ettikleri saygı onları büyük kulüp yapar.

O büyük kulüpler ne durumda olursa olsunlar, saygı duyanlar hep saygı duyarlar. Bugün olduğu gibi. Ankaragücü gibi büyük bir kulübün bugün yaşadığı sıkıntılar; gerçekten ciddi büyüklükte sıkıntılar. Ankaragücü’nün rakibi bugün endüstriyel futbol. Ve dahası; endüstriyel futbol denen saçmalık, dünyaya egemen bir güç ve o güç bu sene her hafta Ankaragücü’nün karşısına rakip olarak çıkıyor. Fikstürdeki rakibin adına bakmayın. Ankaragücü her maçta aynı sorunlarla, sıkıntılarla karşılaşıyor.

3 büyük kulübün(!) üçü bir araya gelse, karşısına çıkmakta korkacakları endüstriyel futbol hilesine Ankaragücü bugün direniyor. Direndikçe daha da saygı kazanıyor. Direndikçe bu mücadele sadece Ankaragücü’nün değil, tüm endüstriyel futbol karşıtlarının, yani biz taraftarların mücadelesi oluyor. Kalorifer üzerinde kuruyamayan formalardaki terler isyanın simgesi olacak durumda. İsyan da başlamak üzere. Endüstriyel futbol,karşısına aldığı Ankaragücü karşısında, Ankaragücü direndikçe korkmaya başlıyor.

Marka değeri dedikleri zırvalarla sözde Türk Futbolunun kalitesini yüksek tutmaya çalışan(!) bireyler, bugün Ankaragücü’nden korkuyorlar. Futbolun endüstrisini korumak için her gün masalarda toplanan ensesi kalın adamlar, minik Ankaragücü atkısını boğazına dolamış çocuk kadar adam olamıyorlar.

Öyle kritik bir an ki bu an, bu saatten sonra, futbol düzenbazlarına hakkını korumak için verdiğin mücadele, mücadelemdir Ankaragücü. Haydi; bıraktık sınavı, finali, işi gücü…

Saldır Ankaragücü.

Saldır şu düzenbazlarının hilekar oyuncaklarına,

boz şu aptal düzeni bir kez daha.

Saygılar.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Ağırlık Merkezi

Uzayda hacmi olan her varlığın bir ağırlık merkezi vardır.Bu ağırlık merkezi; cismin evrende dengede olmasını sağlar.Zira denge önemlidir; dünya üzerinde yaşamak zorunda olan insanoğlu için en önemli kavramlardan biridir denge…

Cismin ağırlık merkezi hiçbir zaman yok olmaz,sadece cismin şeklini değiştirdiğiniz zaman, yeri değişir.Eğer cisim üzerinde bir değişiklik varsa da, cisim yeni ağırlık merkezine göre kendine evrende yeni bir denge konumu edinir.

İçerisinde bulunduğumuz süreç ise, gerek kenti,gerek vizyon ve misyonu açısından Trabzonspor’u bir olgudan çok bir cisim olarak düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor bizlere.Trabzonspor sosyal bir olgudan çok somut bir cisim profili çizebiliyor ve her somut cisim gibi onun da bir ağırlık merkezi var ve bu ağırlık merkezi sayesinde Trabzonspor, şiddetli sarsıntılarda ve ya büyük fırtınalarda dengesini bozmuyor,yani ağırlık merkezinin konumu sağlam…Bunun en büyük ispatı,günümüzde hala içerisinde bulunduğumuz şike süreci olarak görülebilir… 100 küsür yıllık çınarları(!) sarsan bu sarsıntılar,Trabzonspor’a zarar veremiyor.

Bu durum bir avantaj gibi gözükse de maalesef dezavantaj da olabiliyor ve bu dezavantajı oluşturanlar maalesef kendi kentinin siyasileri oluyorlar.Siyaset kaygan bir zemin olmasına rağmen,Trabzon’daki siyasiler Trabzonspor markasını kullanarak kaygan zeminde sağlam durmaya çalışıyorlar.Bilinen bir şey var ki; Trabzonspor’un ağırlık merkezinde yer bulabilen siyasi,siyasetin kaygan zemininden kurtulmuş ve yerini sağlamlaştırmış olur. Trabzonspor’un ağırlık merkezi,öyle bir ağırlık merkezidir ki; kendi hacmimim yanı sıra,hacminin içerisinde yaşayanları da tehlikelerden koruyabilir.

Kişiler; Trabzonspor’un ağırlık merkezinde yer alıp kendilerini sağlama almak isterlerken aslında(isteyerek ve ya istemeyerek) Trabzonspor cismine zarar verme teşebbüsünde bulunuyorlar.Bu teşebbüslerinin sonucunda, uzayda hacmi olan bir varlık olarak kabul ettiğimiz Trabzonspor’un cismi değişebilir,buna bağlı olarak ağırlık merkezinin yeri değişebilir ve bu yeni ağırlık merkezi,eskisi kadar sağlam olamaz.Bunun sonucunda,en şiddetli sarsıntıyı bırakın,en ufak bir rüzgarda bile konumunu kaybeder ve böyle bir Trabzonspor’u taraftarı kabullenemez.


Son günlerde Trabzon kenti siyasilerinin birbiri ardına yaptıkları açıklamalar ve eylemler bize bu durumun güzel örneklerinden birkaç tanesini sunuyor.3 Temmuz tarihinden beri, tek desteği taraftarından alan Trabzonspor Camiası, bu süreç içerisinde masa başı,kapalı kapılar ardı vs ortamlardaki lobilerinde hep eksik kaldı.Bu eksikliğinin sonucu olarak bugün hala iadesi yapılamamış bir şampiyonluk kupası duruyor.Ciddi lobi eksikliğine rağmen, bu süreç içerisinde kendisine atıfta bulunulacak suçun bulunmaması ise Trabzonspor Camiasının ruhunu hala kaybetmemiş olduğunu gösteriyor.

Büyük fırtınalar,yüksek dalgalar,şiddetli sansıntılar ile mücadeleye alışkın olan Trabzonspor ve Trabzonspor taraftarı,eminim ki bu yapılan hatalara karşı da bir kendini savunma mekanizması geliştirecektir.

Saygılar.

Can-Canan

Küt küt…küt küt atan bir kalp…O kalp ki uyutmamış kendisini.Zihnini uykusunda bile kurcalayan bir heyecandır sebebi o küt küt atışın.O küt küt yürek atışıdır ki 4 can yoldaşını erkenden yola çıkarıp canana kavuşma sevdasıyla yola koyan…En güzel kıyafetlerini giymişlerdir canan için; o canandır ki bir cana değil,canlara bedeldir.Öyle güzeldir ki o cananın gülüşü,binlerce canı mest eder…En güzel kıyafetler o yüzden giyilir; canana güzel görünmek için.4 yürek sahibi beden de bordo-mavi giymiştir bu yüzden…Çünkü o canandır ki; en çok bordo-maviyi sever.

Oy oy…oy oy.. ile başlayan ağıt…O ağıttır ki, 4 cana, can veren tarafından söylenir.O ağıtı ona felek söyletir….Yemin ederim ki o ağıtı söylemekten korkar o yürek…O yürektir ki adı ana yüreğidir.Hani o 4 canın canana gidişini de duymuşlardır ya…Ah bıçak!Zalım bir bıçak gibi deler yüreğini ananın; o anaların…Çünkü canana giden canlar aslında onların cananlarıdır.Analarının cananlarıdır onların her biri,kuzularıdır; doğduğunda eline aldığı cananlarıdır onlar …En çok da bu keser bıçak gibi kalplerini ya zaten; o ilk nefesini kollarında alan canlarını şimdi toprağa koyacaklardır…Binlerce kere yalvarır o ana yaradana, o kara toprak için…Koymak istemez o cananını o toprağa…

Ah felek…zalım felek ile başlayan cümle….O cümle ki, canlar tarafından söylenir.O canlardır ki; cananlarına ulaşmış,ama cananlarına ulaşmak için yola çıkıp ulaşamayan kardeşlerini alan feleğe isyan ederler…İsyanları haklıdır…Kardeşleri gitmiştir cünkü.Canan için gelirken canlarını teslim etmişlerdir…İlk olmamışlardır,son olmaları için dua eder hala nefes alabilen kardeşleri; ama düşünmeden de edemezler; belki de sıradaki can kendilerinindir; öyle ya bu sevda ancak can çıkınca biter…

Sağa ve sola hareket eden bir sıska gövdeli fide… Rüzgarın etkisine karşı gösterdiği direnç bazen yetersiz olur da, sağa ve sola hareket eder.Ama rahattır da içi; çünkü kökü topraktadır; o topraktır ki,altında bir can yatar.O can gibi 4 can daha yatar toprakta ve her birinin üzerinde rüzgara karşı direnen fideleri vardır.Her bir fide de canları temsil eder.O fidelerdir ki; cananın kokusunu ararlar.Altlarında yatan canlar rica etmiştir her birinden; ''gelirse kokusu cananımın hiç durma çek hemen içine'' diye…''Sen yeter ki içine çek,senin su ihtiyacını benim toprak olan bedenim karşılar''diye…Sen çek ki o kokuyu o hasret bitsin,feleğin ayırdığı can ile canan fide de bir araya gelsin…

Boş bakan gözler,cananını toprağa koymuş canların gözleridir onlar…ne de güzeldir o gözler,gülüşü dünyaya bedel olan gözlerden her gün yaş akar.Cananı topraktadır artık.Oğlu topraktadır,kızı topraktadır…O ne büyük acıdır ya Rab, o ne evlat acısıdır ya Rab…O ne sınamadır ya Rab…

Bir gözlük… ve o gözlüğün camına düşen damla damla yaşların sahibi gözler… O gözler ki, kardeşini kaybetmenin acısını,öncekileri de hatırladıkça iyice hisseden,iyice darlanan bedeninin gözleri… Nefes alamaz ciğerleri,sıkıntı çeker nefesini alırken…Her nefesini aldığında kardeşinin verdiği son nefesi aklına gelir,dolar gözleri…Gözleri doldukça,cananının son nefesini verdiği anı hatırlayan ana aklına gelir…Dayanamaz o anaya,dolan gözleri taşar artık…Ağlamak değildir ama gözün yaptığı,isyandır…Boğazı düğümlenir sonra elleri uyuşur…O gözler; ait olduğu vücudun elleri yazarken ağlamıştır…

Mektup derler ellerin yazdığına…Eller yazarken gözler ağlar,okuyan bedenler ağlamaz inşallah.

Murat Akçelik,Tuğba Akçelik,Mehmet Erdoğan,Zeynep Mehmetoğlu… Mekanınız cennet,ruhunuz şad olsun.Kazım’a da Mehmet’e de selam söyleyin.Orada Samsun yolunda canana ulaşamayan kardeşlerinizi de göreceksiniz,onlara da selam söyleyin.Sakın ağlamayın ama.Biz zaten sizin için,sizin yerinize ağlıyoruz.

Saygılar.
__________________

Sen Aslında Yoksun

Duygusal olmak mı? Akıllı olmak mı? Hangisinin uzun ve ya kısa vadede optimum verim sağlayacağını bilmek mümkün mü? Bu konu üzerinde yıllardır süre gelen felsefi bir tartışma var zaten. Bu tartışmaya girme niyetinde değilim. Ama kıyısından da olsa değinmem gereken nokta; tam da bu sorular ile ilgili.


Yaşadığımız dünya üzerinde ''gerçek'' kavramını anlamamızda duyguların etkisini, aklın etkisine göre daha fazla gören düşünceye empirizm denir.Bu düşünceyi temele oturtup farklı bir şeyler üretebiliriz.Örneğin; küçük bir çocuğun bahçesinde topa vurduğunu varsayalım.Bu küçük çocuk topa sert vurursa ayağı acır.Ayağında acı hissi oluştuysa eğer, tekme attığı ''şey'' gerçektir.Ama tekme attığı ''şey''in top olduğunu ispatlamaz bu bize.Çünkü vurduğu ''şey'' ona sadece sertlik hissi verir.Top olduğunu kesin olarak anlamak için ise; çocuk ''şey''e vurduğunda,hem sertlik hissi,hem de topun yapıldığı malzemeyi,maddeyi hissetmesi gerekir.Sadece sertlik hissi hissettiğine göre,vurulan ''şey''in sert olduğunu kesin olarak ispatlamış oluruz.Vurulan ''şey''in top olduğunu ise kesinleştirememiş oluruz.Yani gözümüzle gördüğümüz pek çok şey,bir yanılgı olabilir,daha da kötüsü; gözümüzle gördüğümüz herhangi bir şey aslında görmediğimiz gibi olabilir.Zihnimizdeki görüntü bir yanılgı olabilir.

3 Temmuz’dan beri yaşadığımız bu süreç; yukarıdaki paragrafta anlattıklarıma paralel bir durum sergiliyor. Fenerbahçe Süper Lig’de yoluna devam ediyor.Biz böyle görüyoruz en azından.Fenerbahçe taraftarı,kendi evindeki her maçta Trabzonspor’a küfrediyor.Fenerbahçe maçımızdan önce, önemli bir oyuncumuz oynatılmamak için cezaya maruz kalıyor.Takımımız Fenerbahçe maçında eyyam kurbanı oluyor.Bunlar bizim gördüklerimiz.Fakat aslı böyle olmayabilir.Şöyle ki;

Fb taraftarı bize küfrettiğinde bu küfürleri duyuyoruz.Bu hissiyata kapıldığımız için duyduğumuz küfürler demek ki gerçek.Ama küçük çocuğun top hikayesi gibi, duyduğumuz küfürlerde Fenerbahçe’nin kesin olarak var olduğunu anlayamıyoruz.Yani kesin olan şey; ortada bir terbiyesizliğin olduğu.Aynı şekilde; eyyama kurban gittiğimiz maçta, rakip Fenerbahçe gözüküyor.O maçta oyuncularımız meşin yuvarlağa vuruyor.Tek hissettikleri; sertlik hissi.Topun ve ya rakibin maddesi ve ya malzemesi hissedilmediği için,vurduğumuz şeyin ''sert'' olduğu kesinleşiyor.Rakibimiz ve topun varlığı ise hala soru işareti… Yani kesin olan şey;haksızlık yapıldığı.Fenerbahçe, Süper Lig’de oynuyor.Daha doğrusu biz oynuyor görüyoruz.Fakat önceden bahsettiğim gibi; görüntüler yanılgıya düşürebilir.Kesin olarak emin olabileceğimiz tek şey; ülkede şikeye saygı duyulduğu…

Şunlar da tartışılabilir tabi; oynanan Süper Lig gerçekten bir Süper Lig mi? Süper Lig olarak gözükmesi, bunun gerçek olduğunu bizlere ispatlamaz değil mi? Keza marka değeri algısı aslında bir yanılgı da olabilir.

1 Ocak günü açılan bir küçük pankart, işte tam da bu yazıyı yazmama vesile oluyor. ''Sen Aslında Yoksun''. Yani aslında; Fenerbahçe diye bir şey olmayabilir.Ama haksızlık olduğu ortada.Yani Federasyon diye bir algı olmayabilir,ama şikeye saygı duyulduğu ortada… Çünkü ne Fenerbahçe’nin ne de Federasyon’un varlığını kesin olarak ispat edebileceğimiz bir algı hissedemedik henüz biz.

Dipnot: ''Şikeye bir kere olsun af'' heyulası kol geziyor sanki… Bir insan bir adamı öldürür.Bunun cezası ise hapis yatmaktır.Fakat hapis yatmaktan kurtulmanın tek yolu; cinayet anında ve ya sürekli olarak ''akli denge yitikliği'' raporunu mahkeme heyetine sunmaktır.Bunu mahkemeye heyetine sunduğu an,ceza almaktan kurtulur.Ait olduğu yere,olması gereken yere, hastaneye gönderilir. Aynı şey bugün spor gündemimizi meşgul ediyor. ''Fenerbahçe bir defaya mahsus affedilmeli.'' Peki neden? Bunun olması için Fenerbahçe’nin akli dengesinin geçen sene ve ya sürekli olarak bozuk olduğunu ispatlamak gerekir. İşte önümüzdeki süreç de bize bunu gösterecek. Fenerbahçe affedilirse; akli dengesinin yitirdiğini federasyon kabul etmiş olacak. Fenerbahçe’yi düşürmeyi engelleyip, Fenerbahçe’ye deli raporu vermiş olacaklar… O zaman da UEFA haklı olarak deliyi ait olduğu yere,hastaneye(amatör kümeye) gönderecek.

Saygılar.

Mercek

Düzenin devamlı var olmasını sağlayan,kalabalık kitlelere kısa yoldan ve daha az emek harcayarak ulaşmanın yoludur medya.Televizyon ve gazeteler yıllardır,internet ise son zamanlarda bu düzenin devamı için kullanılan ve insanların gözlerini boyamakla kalmayıp,insanların gözlerini bozan en etkili medya araçları…

Gözlük takanlar bilir,gözlerinin bozulma sebebi yüksek bir oranla medya araçlarıdır…Gözler bozulur,insanoğlu önünü göremez.Önünü göremeyen varlığa hükmetmek ne kadar da kolaydır değil mi?

Gözlük dediğin şey,seni esaretten kurtaran şeyin adıdır aslında.Taktığında önünü görürsün ve bağımlı olmaktan kurtulursun…Gözlük dediğin ise mercektiraslında.Senin,varolduğun dünyada kör olmanı engelleyebilen araç…Mercek.Sonsuz bakış açısı kazandırır insana.Ve sonsuz bakış açısına sahip olan insan,sonsuz fikirler abidesidir.Sonsuz sayıda fikir üretir…Mercek;senin,düzen tarafından sıradanlaştırılmanı engeller.Fikir üreten insan,sıradan değil sıradışıdır ve düzenler sıradışılığı sevmez.

Bugün takman gereken sadece bir gözlük…Gözlüğün merceği önünü görmeni sağlayacaktır emin ol.Bu gözlüğü takman gerek çünkü sen şu anda bir adım öteni bile göremeyecek kadar kör,aciz ve muhtaçsın.Üstelik seni kör yapan insanlara muhtaçsın…Senin fikirlerini soğutan,çalan insanlara muhtaçsın.Bu takacağın gözlük senin kurtuluşun,fikirlerinin zincirlerini kırması ve doğuştan sahip olduğun sonsuz bakış açısının geri dönüşü…Hayata dönüşün.

Bugün bu gözlüğü takman gerek çünkü;

Tarihin eski devirlerinden beri,senin memleketin bulunduğu coğrafyanın merkezi…Bu merkez, tarihsel süreçleri boyunca her zaman aşırı üretken…Sanatsal olarak,kültürelolarak,sosyalolarak,ekonomikolarak, felsefi olarak… Yani aklına gelebilecek herşeye tarih boyunca sahip olmuş bir kentin çocuğusun sen…Fakat senin kentin;yıllardır kültürden uzaklaştırılmış,sanatsal faaliyetleri yok denecek kadar indirgenmiş,felsefi düşünce bir yana,ortak akıldan uzak…Sosyal konumu iç açıcı değil…
Elinde kalan sadece spor…Bunun da değerini bilmiş,sıkı sıkıya sarılmış spora.Ve spor ile uğraşırken,tıpkı yüzyıllardır uğraştığı her alana katkı yaptığı gibi bu alana da katkı yapmış,insanların bakış açılarını değiştirmiş.Oyunun ne olduğunu insanlara öğretmiş…

İşte bugün; senin şehrinin hayata tutunduğu son dalı koparıyorlar,UYAN!Seni spordan soğutuyorlar,UYAN!Sahip olduğun değerlere saldırı yapıyorlar,bu saldırılar ile şehrini iflas ettirmeye çalışıyorlar,UYAN! Senin şehrinin,elinde kalan son uğraşı da elinden almaya çalışıyorlar,UYAN! Çünkü biliyorlar ki;

Senin şehrin,yapacağı hiçbir şeyi kalmadığı zaman körelir…Tembelleşir.Düzene ayak uydurur.Düzen,senin şehrinin hareket etmesini istemiyor…Eğer sen bugün buna uyanmazsan,bir daha uykundan uyanamayacaksın…Eğer sen bugün gözlüğünü takıp,dünyaya özgür bir şekilde bakamayacaksan,bir daha hiç gözlüğünü bulamayacaksın.Eğer sen bugün fikirlerinin zincirlerini,sonsuz bakış açınla kıramayacaksan,bir daha hiç fikirlere sahip olamayacaksın…Muhtaç olacaksın,körkalacaksın,muhtaç yaşayacaksın.

Kullanman gereken mercek,senin için önemli…Kullandığın an,sen yine sen olacaksın… Bakış açılarını değiştiren şehrini sen kurtaracaksın.

Dipnot:MAA ve saz arkadaşları, senin başkanından çok hemşehrine rest çekiyor; ‘’Beni düşürebiliyorsanız,düşürün.’’ Diyor. İşte bu söz,gözlüğü takmadığınızda başınıza geleceklerin küçük bir provası.Gözlüğünü tak ve Nemrut’u oradan indirecek fikirlerin sahibi sen ol.

Saygılar.

Rönesans

‘Yeniden Doğuş’ tam olarak Türkçe karşılığı… Avrupa’nın Orta Çağ karanlığından çıkıp, dünyanın sefiri olmaya başladığı dönem…Arkasında yüzyıllar önce bıraktığı izleri tekrar yeniden eşelemenin verdiği heyecan ve yeni buluşların başlangıcı…

Ders kitaplarında ‘Rönesans’ akımı tüm olumlu örnekleri teşkil eder.Bu yüzdendir ki, biz o ders kitaplarını okuyan körpecik beyinler olarak,bu yeniden doğuşun hep iyi yanlarını anlamak durumunda kalırız, bilimden sanata kadar…

Rönesans, iyi şeylerin en büyük simgesi değildir aslında…Pusula-Matbaa-Barut üçlüsünün başlattığı akımın,Rönesans’ın, sonucu olarak bugünkü uzay teknolojisini iyi bir örnek olarak verebilirken; çok değil yıllar önce yakın akrabalarımızı kaybettiğimiz Çernobil de Rönesans’ın sonucudur…

Pek çok alanda yeniden doğan akımların bugün bir örneği de Türk Futbol semalarında yer almaya çalışmakta…Yıllardır homurdanılan ama bir türlü ispatlanamayan, ispatlanması çok zor olan bir şike sürecinin,Türk Futbolundan götürdükleri açıkça ortada. Yıllardır Avrupa arenasına oyuncu ihraç edememiş bir ülkenin,yurt dışında yaşayan 3. Nesli, başka ülkelerden Avrupa’nın büyük kulüplerine oyuncular gönderiyorken, Türkiye’nin özkaynaklarının gerilemesi, Türk Futbolunun hala Ortaçağ zihniyetinde olduğunu gösteriyor.

Yapılan bu hamle ile fırsat ayağa gelmiş, Türk Futbolu için yeniden doğuş açığa çıkmak üzeredir.Rönesans döneminin başlangıcında, Ortaçağ hayranları ve yandaşları, Rönesans fikirlerinin karşısında yıllarca durmaya çalışmış,fakat yeniden doğuşu engelleyememiştir.Türk Futbolunun geçtiği bugünkü süreç; Rönesans hakkında ufak bir bilgi sahibi olanlara bile tanıdık gelmekte…

Eski düzen birden fazla alanda hakim olduğu gücünü yitirmek istemiyor… Medya, Hakemler, Yöneticiler ve diğer unsurlar, var gücüyle sistemlerini koruma peşinde…Fakat pusula artık bulunmuş,matbaa artık çalışmış,barut artık fitili ateşlemiştir.Girilen yoldan geri dönüşün olması düşünülemez.Türk Futbolunda ‘Yeniden Doğuş’ başlamıştır.Bu sürecin kısa zamanda sancısız sürmesini beklemek hayalcilikten ibarettir fakat sürecin sonunda Türk Futbol Yöneticiliği değişecek,Spor Basını’nın ‘etik’ bakış açısı düzelecek, gerçek anlamda uluslararası standartlarda hakemler ortaya çıkacaktır.

Kendi elleriyle kazdıkları kuyunun çukuruna düşenleri kurtarmak için yapılan operasyon da; Ortaçağ zihniyetinin son çırpınışları olarak göz önüne alınabilir.500 küsür milletvekilinin bulunduğu bir meclisde 240 küsür kişinin oy kullanmak için orda olması ise; oylamanın, ‘demokratik kabul edilebilirliğini’ yitirmesine sebep olan başfaktör olmuştur.

Doğa; mühendislik tabiriyle ideal çevrimdir. Yeniliklerin birbirini eskittiği, bugünün yenisinin,yarının eskisi sayıldığı bu çevrimde, geçmiş zamanın yandaşı ve yardakçısı olanlar da, bugünkü güçlerini yarın bulamayacaklar, ve doğal elemenin sonucu olarak ortadan kalkacaklardır.

Değiştirilen yasalara, bu uğurda giden canlara rağmen, yarının küçük yürekleri, bizler gibi üzülmeyecek ,küçük yaşlarda ‘Burası Türkiye’ demeyi öğrenmeyecektir. İnancımızın bu yönde olması,ülkeyi yöneten mebuslarımıza güvenimizi değil, doğanın muhteşem yeniliklerinin peşisıra gelmesine olan hayranlığımızı gösterir.Herşeye rağmen ortaçağ zihniyeti bu akımı yavaşlattığı an; Rönesans'ın,tüm çağlardan daha kötü olan yüzünü görecektir Türk Futbolu...Türk Futbolu'nun Çernobil'i, futbola kilometrekarelerce şike gazı salacaktır...

Dipnot: Ortaçağ zihniyeti, Rönesans felsefesinin bazı akımlarını kesmek için,fikirlerin sahibi bedenleri öldürerek,fikirleri durdurabileceğini sanmıştır…Aynı zihniyetin ürünleri bugün TAKA Gazetesi’ne ceza vererek susturabileceğini sanmakta… Halbuki; ceza verdikleri bir kurum değil, bir düşüncedir ve düşünceler cezaları umursamaz…Umursanmayan cezalar yok olmaya mahkumdur.

Saygılar.